Başlangıçta gerçekten de bir seyirciydim. Sanki bu şehirde yaşamıyormuşum da uzak bir yerden insanları gözlemlemek için getirilmişim gibi, Mihrimah Sultan Camii’nin bahçesindeki iki silindir mermerden birinin üstüne oturup, bazen saatlerce az aşağıdaki iskele meydanına bakıyordum. Vapurlar yanaşıp kalkıyor, insanlardan kimi salınarak kimi telaşla koşarak iskele turnikelerinden geçiyor, bilmediğim bir yerlerden bilmediğim bir yerlere gidip geliyorlardı. Aslında sadece meydanı gözlemlemiyor, kendime de bazı sorular soruyordum. Bütün bu koşuşturmanın anlamı nedir, diyordum mesela. Nihayetinde bir ya da birkaç günlük bir koşuşturma değildi. Her gün tekrar eden, kendi içerisinde garip bir harmonisi olan bir hayat kavgasıydı. Vapurlar yarın ya da ertesi gün de yanaşıp kalkacak, aynı insanlar aynı şekilde uyanıp günün bir yerlerine akacaklardı. Bir tek güneşin caminin güneş saatine üstten ve cepheden vurmaya başladığı vakitlerde iskele biraz nefes alırdı o kadar. Sonra ikindi sularında bu kez geri dönüş başlardı; karşı yakadan bu yakaya eve dönme telaşı. O yıllarda, bütün bu koşuşturmayı Stefan Zweig’ın “Amok Koşucusu”na çok benzetirdim. Zamanla hayatı kitaplara benzetmekten vazgeçtim…
İki küçük silindir mermer oturak hâlâ Mihrimah Sultan Camii’nin batı cephesinde durmaya devam ediyor. Yıllar önce telaşlı iskeleyi seyrettiğim caminin bahçesinden geçerken, bazen onlara yan gözle baktığım oluyor. Bu bir anlık bakışın ölü bir göz teması olmadığını bilmenizi isterim. Nesnelerin de bir hafızası vardır ve bir gün onlara geri döndüğümüzde ayrılıktan ötürü umulmadık bir alınganlık gösterirler. Bana da öyle yaptılar; o kısacık bakışmalarda sanki bir insanmışlar, sanki iki gözleri varmış da yan gözle süzüp duruyorlarmış gibi geldi. Hakları var; çünkü iskeledeki telaşı gözlemlemek için üzerlerine kurulup oturduğum bu iki silindir mermer oturak başka sebeplerle de benim biraz yakınım oldular. Bir kere onları kimin yonttuğunu, bu cami bahçesine ne saman konulduklarını, benden önce üzerlerinde kimlerin oturduğunu ve neleri düşündüklerini düşünmekten alamazdım kendimi. En çok da mermer ustasını hayal ederdim; kimdi, nereliydi, bu dünyadan umduğunu buldu mu? Dikkatim iskeledeki telaştan mermerlere kaydığında belirgin biçimde rahatlardım. Rahatlığımın sebebi, kendini işine vermiş, kendini işine verince dünyanın yükünü de üzerinden atıp rahatlamış bir usta hayaliydi. Derdim ki, “Öyle ya, insan dünyadan kopamazsa bir şeyin ustası nasıl olur…”
Ama bu tespit, beni iskele telaşıyla şu hayali mermer ustasının arasında bırakan, rahatsız edici bir soruyu da peşinden getirirdi. “Peki” derdim, şu kısacık ömründe sen neyin ustasısın? Evet bazı kitaplar okumuştum, evet bazı insanlarla tanışmıştım, evet bazı yolculuklar yapmış bazı yerler görmüştüm; yine de hiçbiri bir taşın ya da mermerin ustasına bahşettiği olgunluğu verememişti bana. İşte otuz yaşımın eşiğinde, büyük bir kentin işlek iskelelerinden birinin yamacında, soru dolu gözlerle hem kendimi hem de hayatı rasat etmeyi sürdürüyordum. Kabul ediyorum, mabet bahçelerinin ve sırtını bir mabede dayamanın tarif edilmez bir rahatlatıcılığı vardır. Orada otururken, özellikle vakit aralarında kimi insanların telaşın içinden süzülerek çıkıp geldiğini, kıskandıran bir dinginlikle içeriye girdiklerini, ibadetleri bitince de huşuyla çıkıp yeniden telaşa karıştıklarına az şahit olmadım. Kadın ya da erkek, sanki onlar da bir şeyin ustasıydılar; bir şeyin tecrübesinden geçmiş, olgunlaştırılmış ve huzura durmaya hazır hale getirilmişlerdi. Merdivenlerden inip kalabalığa karıştıklarında, gözden kayboluncaya kadar peşleri sıra bakardım. Demek ki birkaç kelimenin içine sığdırdığım şu koşturan kitle, içinde hiç ummadığım dünyaları barındırıyordu. Mihrimah Sultan Camii’nin bahçesi, bana şunu kesin olarak öğretmişti: İnsan karıştığı kalabalıktan hem daha büyük hem daha derindir…
Bu sabah Mihrimah Sultan Camii’nin bahçesinden iskeleye giderken telaşımı başka insanlara bırakıp, iki küçük mermer sütundan birinin üzerine oturdum ve on yıl sonra tıpkı on yıl önce olduğu gibi iskeleyi seyrettim. Bizim pek çok hesabımıza, kayıplarımıza ve kazançlarımıza rağmen değişen hiçbir şey yoktu. İnsanlar telaşla iskele meydanına akıyor, turnikelere birikiyor, sıkça saatlerine ye da cep telefonlarına göz atıyor ve sıradaki vapura binip yine bilmediğim bir yerlere gidiyorlardı. Aradan geçen zaman bu isimsiz kalabalıktan pek çoklarını eskitmiş, kimilerini bu dünyadan uğurlamış ve yerlerine yenilerini koşturmaya başlamıştı. Onlar da yine öncekiler gibi vapuru kaçırırlarsa kendilerini cinnet basacağını düşünüyor olmalıydılar. Oysa cinnet zaten bu telaşın kendisiydi; tek bir hedef dışında bütün yönleri silikleşmişti mesela. Bir yolu öyle sıkı sıkıya ezberlemişlerdi ki kendilerini bıraksalar vücut zaten gideceği adrese otomatik olarak gidecek hale gelmişti. Yine elimde olmadan üzerinde oturduğum mermerin ustasını, o eski ama eskimeyen soruyla birlikte düşündüm: Ben neyin ustasıyım?