Geçen hafta kaldığımız yerden devam etmeden önce, 1977’lerde Akıncılar, MTTB ve MSP gençliğinin mitinglerde, salon toplantılarında sıkça okudukları bir şiiri hatırlayalım:
“Sen oradan kıracaksın zincirleri ben buradan
Bir gün mutlaka kavuşacak ellerimiz…”
***
1930’lu yıllarda Rıza Şah’ın İngilizlerden Almanlara yanaştığını görüyoruz. 1941’de ise kuzeyden Ruslar, güneyden İngilizler İran’ı işgal ederek, Şah’ın Almanlarla ittifakını önlediler. İşgalin hemen ardından İngilizler Şah Rıza’yı tahttan indirip yerine Oğlu Muhammed Rıza Şah’ı geçirdiler. Baba Şah, Güney Afrika’da sürgünde 1944 yılında öldü.
Oğul Şah, petrolün imtiyazını İngilizlere verdi. Buna itiraz eden İran halkı, Muhammed Musaddık önderliğinde ayaklandı ve Şah, İran’dan kaçmak zorunda kaldı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere’nin yerini ABD almıştı. Ajax operasyonuyla 3 gün içerisinde Musaddık’ı devirip Şah’ı tekrar İran’a getirdiler. Sömürme sırası ABD’ye gelmişti. Yıllar içerisinde İran Ortadoğu’da Amerika’nın jandarması hâline gelecekti.
1960’lı yıllarda Şah, “Ak Devrim” adını verdiği batılılaşma hareketini başlattı. Halk ve ulema buna karşı çıkıp gösterilere başladı. Protestolar kanlı biçimde bastırıldı. Humeyni’nin adı ilk olarak bu yıllarda ön plana çıkmaya başladı. Şah tarafından ilk olarak 1961 yılında Kum’da tutuklandı ve Tahran’da bir askeri cezaevine konuldu, bir müddet sonra da serbest bırakıldı. İmam Humeyni mücadelesinden vazgeçmeyince Şah tarafından 1964 yılında Türkiye’ye, daha sonra da Irak’a sürgüne gönderildi. Irak’ın Necef şehrinde uzun yıllar ders verdi. Şah’a karşı mücadelesini burada da devam ettirdi. Burada Saddam tarafından sıkıştırılmaya başlayınca, 2 Ekim 1978 günü Kuveyt’e gitti. Kuveyt kabul etmeyince 5 Ekim 1978 günü Fransa’ya gitti ve Paris yakınlarındaki bir İranlının evine yerleşti.
İran’da bu olaylar yaşanırken, Türkiye’de sağ sol çatışması yüzünden iki arada bir derede kalan Müslümanlar, teröre bulaşmamak için azami gayret gösteriyorlardı. Buna rağmen yer yer milliyetçilerin yer yer de solcuların saldırılarına maruz kalıyorlardı.
1977 yılı başlarıydı sanıyorum. Fatih Akıncılarının faaliyete henüz başlamıştı. Dernek binasında bir gün Metin Yüksel ile birlikte gazeteleri gözden geçiriyoruz. Hürriyet gazetesinin dış haberler sayfasında çeyrek sayfalık bir haber gözüme ilişti. Hemen Metin ile birlikte okumaya başladık: “İran’da Marksist Müslümanlar ayaklandı” başlıklı haberde iki de büyük fotoğraf vardı. Birinde sarıkları cübbeli kıyafetleriyle yürüyüş yapan Mollalar, diğerinde de yürüyüş yapan çarşaflı kadınlar. Metin, “Solcu molcu, bunlar Müslüman, biz bunların Türkiye’deki sesi olmalıyız” dedi. Ben de “Babana gidip soralım, ona göre hareket edelim” dedim. 5 dakika sonra Metin’lerin Çinili Odalar sokaktaki evindeydik. Babası Sadreddin Hoca’ya gazeteyi gösterdik. Hoca şöyle bir göz gezdirdikten sonra, “Bunlar Şii mezhebinden Müslümanlar, bunlara destek verin” dedi. Şöyle ilave etti sonra: “Bu İran milleti acayip bir millettir. Bir şeye karar verdi mi ya onu elde eder ya da o uğurda sonuna kadar mücadeleden vazgeçmez. Bunların Beyazıt Mercan’da Valide Camii’nde Mehdi Pur isminde bir hocası var, bana zaman zaman gelir, bazı sorular sorar. Siz oraya gidin. Ondan ayrıntılı bilgi alırsınız.” Birkaç gün sonra oraya gittik. Camiye gelip giden, İstanbul’da çeşitli üniversitelerde okuyan İranlı talebelerle tanıştık. Hemen kaynaşmıştık. Bize Humeyni’den bahsettiler.
O günden sonra duvarlara Filistin, Filipin, Moro, Eritre ile birlikte İran Müslümanlarıyla ilgili sloganlar yazmaya başladık. İranlı öğrencilerle birlikte Taksim’de, Karaköy’de, Eminönü’nde, Fatih’te korsan mitingler düzenleyerek İran’daki mücadelenin Türkiye’de sesi olmaya gayret ediyorduk. Zaman zaman gözaltına alınıyorduk. Metin Yüksel, hiçbir resme bakmadan geniş duvarlara 2-3 metre büyüklükte Moro’dan Baba İdris, İran’dan İmam Humeyni resimleri çiziyordu.
Mecidiyeköy, Şişli, Harbiye, Taksim Tarlabaşı, Tepebaşı, Şişhane, Unkapanı, Aksaray, Beyazıt, Cağaloğlu, Sirkeci Eminönü, Cerrahpaşa, Fındıkzade, Topkapı, Fatih, Edirnekapı semtlerini 2 defa İran afişleriyle donattığımızı bugün gibi hatırlıyorum. Koparmasınlar veya üzerine afiş yapıştırmasınlar diye Edirnekapı, Fatih, Saraçhane, Laleli, Beyazıt, Cağaloğlu, Sultanahmet, Gülhane, Sirkeci, Eminönü hattında birkaç gece nöbet tutmuştuk.
İran’da gösteriler arttıkça artıyordu. Milyonlar Şah’a karşı tek yumruk olmuş haykırıyorlardı: “Merk ber Şah (Şah’a ölüm)… Merk ber Amrika (Amerika’ya Ölüm)… Merk Ber İsrail (İsrail’e Ölüm)…”
Meydanlarda dalga dalga büyüyen kalabalıklar, zaman zaman kurşunlara hedef oluyordu. 7 Eylül 1978’de Tahran Jale Meydanında onlarca insan askerlerin ateşiyle can verdi. İmam Humeyni, halka yaptığı çağrıda şöyle diyordu: “Şah’ın ordusu ne yaparsa yapsın, siz elinize asla silah almayın. Gösteriler için meydanlara indiğinizde elinize güller alıp çıkın ve size silah doğrultup ateş eden askerlere gül atın. Kurşunlara güllerle karşılık verin.”
İmam Humeyni, 8 Ocak 1979 günü genel yas ilan etti. İran halkı şehidlerin yasını tutmaya başladı. Şah’ın generali ve aynı zamanda Başbakanı Ezheri, İran’dan kaçtı. Şah, Başbakanlığa Şahpur Bahtiyar’ı atayınca İmam Humeyni karşı atağa geçti ve Şah’ın hükümetini tanımadığını söyleyerek 13 Ocak günü İnkılab Şurası’nı atadı, sürgünde bir hükümet kurdu. 16 Ocak Salı günü Şah da İran’ı terk edip Mısır’a, Enver Sedat’a sığındı.
Şah’ın kaçtığını duyan İran halkı, milyonlar halinde sokaklara dökülerek zaferi kutluyor, İmam Humeyni de 14 yıl aradan sonra, 11 Şubat 1979 günü uçakla Tahran’a iniyordu. (Haftaya devam edeceğiz)
***
Afganistan şehidlerimizden Tekiner Tayfur
Afganistan… Rusların 1978 işgalinden sonra Türkiye Müslümanlarının rüyalarından, hayalinden eksik olmayan ülke.
Sofralarda oturduğumuz zaman, yemeklerin boğazımızdan geçmediği 1980’li yıllar… Afganlı kardeşlerimiz yokluk çekerken, sıkıntı içerisinde Moskof kâfirine karşı mücadele ederken, lokmalar boğazımıza düğümlenirdi. Fırsat ve imkân bulabilen yiğitlerimiz soluğu Afgan cephesinde alıyordu.
Bu yiğitlerden birisi de Tekiner Tayfur’du.
Gençlik yıllarında takva, ihlas ve samimiyetle dolu bir hayat yaşıyordu. Hz. Ebubekir Efendimizin, “Cihadı terk eden hiçbir millet yoktur ki Allah onların üzerine zilleti yazmasın” sözünü hayatına nakşetmişti. Bundan dolayı da daha çocuk denecek yaşta, 14’ünde zindanla tanışmıştı.
1983 yılında Şişli İmam Hatip Lisesi’nden mezun olduktan sonra, İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesine girdi. Okula birkaç ay devam etti. Kendisini daha iyi yetiştirmek gayesiyle, 1984 yılında Pakistan’a gitti ve üniversiteye girdi. Bir taraftan tahsiline diğer taraftan da Afganistan cihadına yardım çalışmalarına devam ediyor, fırsat buldukça cepheye gidiyordu.
1986 yılında Molla Kali bölgesinde, sağ bacağından yara almıştı. Şöyle diyordu: “Bizim cihadımız iki yönlüdür, biri düşmana diğeri de nefse karşı. Silahımızın en keskin yönü ise nefsimize dönük olmalıdır. Nefsini yenemeyen, onu terbiye edemeyen, dış düşmana karşı zafer elde edemez.”
Tekiner Tayfur (Muhammed Taha), iyileştikten sonra hemen cepheye koştu. 10 Ocak 1988 günü Afganistan’ın Host bölgesinde şehid oldu.
Tekiner kardeşimizin ve tüm şehidlerimizin ruhu için El Fatiha…