On gündür Anadolu şehirlerinde dolaşıyorum. Gittiğim her yerde sohbetler aşağı yukarı bu soru etrafında biçimleniyor: Fethullahçılar bunca sistemli, açık ve kapalı hücreler halinde gelişip toplumu ve sistemi sararken, nasıl oldu da fark etmedik bu kötücül işgali?
Edebiyat eleştirileri kaleme alan arkadaşım, entelektüel zayıflıkları nedeniyle önemsemiyordum, dedi. Garantili iş bulma fırsatını kim reddedebilir, diye bir soruyla yorum yaptı bir şoför. Bir diğer yorum şöyle: Eskiden sistem karşısında kendi derdimize düşmüştük; 2000’lerden itibaren de Fethullahçılara bir müttefik gözüyle baktık.
Herkesin bir açıklaması var. Çoğu zaman İslami faaliyetler alanında söz sahibi insanlar kendi yapamadıklarını onlar yaptığı için de suskun kalmadı mı? Öğrencilerle canla başla ilgileniyorlardı, kurslar, yurtlar açıyorlardı. Fakat işte, farklıydılar, değil mi?
Şimdilerde pişman olmuş örgüt mensuplarının yanı sıra, örgütle organik bağı olmamakla birlikte ortak çalışmalar yapmış olan kimi isimler de özeleştiri ve muhasebe içeren açıklamalarda bulunuyorlar. Darbe gerçekleşmeseydi, bu denli geniş bir muhasebe yapılmayacaktı muhtemelen. Öyleyse, kandırılmış olmaktan ziyade, sürecin etkileşimlerine kendini terk eden bir kendi kendini kandırılmaya bırakma halinden söz etmek daha doğru olmaz mı? “Suçlu bendim, geç kalmıştım” diyor ya, Hızırla Kırk Saat’in kahramanı… Okulları övmedi İslamcılar, ancak bu örgütle ilgili analitik değerlendirmelere de nadiren ilgi gösterdiler.
Mazlumların seslerine açık bir kavramsal yenilenme, yeni bir dil arayışı hakimdi okuma-yazma gündemlerine. Yasakların sınırladığı faaliyetler, planlı programlı, uzun erimli çalışmalara nadiren izin verebilirdi. Milli Görüş geleneğinin süreğinde yer alan AK Parti’yi siyasette görece sağlam kılan, daha kısa vadelere has da olsa bu alanda bir güven duyuruyor olması. İslamcılar kervanı yolda düzene sokma alışkanlığını koruyarak ve apaçık bir dille ümmetin meselelerini gündemde tutacak şeffaf faaliyetlere yoğunlaşmışken, Fethullahçılar olağan bir cemaat olmanın ötesine geçen “kapalı” bir örgütlenme gerçekleştirmeye başlamış. Çalışkan ve fedakâr oldukları dile getirilirdi eş-dost arasında, siyasal bakış konusundaki rezervlere rağmen. Akraba çocukları okullarında eğitim gördü, ağabey ve ablaların ilgi ve himayesi –kişisel özellikleri hesaba katmayan sert disiplin yöntemleri konusunda aykırı düşülse de- takdirle konuşulurdu.
Kuşkusuz radikal bir fark vardı aramızda. Fethullahçı tanıdıklarla bir araya geldiğimizde, açık siyaseti savunurdum. Gülen siyaset yapmak istiyorsa, Türkiye’de olmalıydı. İslamcılar güncel siyasetin ceremesini çekerken, “kirlenmekle” sorumlu tutulurken, Gülencilerin kendilerini siyasetteki yozlaşmadan masun sayması kabul edilemezdi.
Bugün FETÖ olarak anılan örgütlenme, cemaat olgusu üzerine yeniden düşünmeyi getirmeli elbet. Haksızlık yapan biri sırf kendi cemaatimizden diye kollanıp korunmamalı. Aynı şekilde, liyakat sahibi olmadığı halde, sırf aynı cemaatten olduğu için çeşitli kişilerin önemli makamlara getirilmesi, hepimize yapılan bir kötülük. Sınav sorularının çalınması, hayatların da çalınması anlamına gelen ağır bir suç olduğu gibi, bu suçun örtbası da büyük vebal. Kim bilir ne kadar çok sayıda genç, başarılı olduğunu düşündüğü sınavda geçemediği için hayat küskünü oldu…
Taşrada yetenekli bir gençle ilgilenilmesinin anlamı üzerine durup düşünmek gerekir. Badiou’nun “bir adı olmayan” insanlar olarak tanımladığı, bir genelleme içinde kaybolması beklenebilecek gençler, elbet zeki ve öncü niteliklere sahip oldukları için seçildiler. Kıymeti bilinmemiş zeki bir üniversitelisiniz, birileri burs ayarlayıp çalışmalarınızı teşvik ediyor. Varlığı kimsenin umurunda olmamış bir ev hanımısınız, örgüt elinizden tutup abla/hoca konumuna getiriyor. Çalıştığı takdirde kıymetinin bilineceğini gösteren bir sisteme dahil ediliyor öğrenci. Bu “kıymet” elbette kimilerine de cazip gelmedi. Orada açık örtük bir irade pazarlığı söz konusu.
Kur’an müminleri defalarca, “Hiç akletmiyor musunuz?” diye uyarıyor. “Öyleyse neden?” diye sormamakla başlıyor bütün bağımlılıklar.
Tanıdığım Fethullahçı bir hanım, Afrika’da açılan su kuyularından söz ederdi. Peki, Mavi Marmara? Bocalar, “Hocaefendi’nin bildiği” bir hikmet olduğunu öne sürerdi. 15 Temmuz bize böyle bir ders de verdi: Çocuklarımıza iradelerini kimseye teslim etmemeyi, kendi hayatlarının sınır ve amaçlarına sahip çıkmayı öğretmeliyiz. Diyarbakırlı arkadaşım Mine Çelik bir sohbetimizde, “Ben mahremiyeti” diye tanımlamıştı bu sınırları.
Mutlak itaat vazeden, yüksek duvarlarla çevrili cemaat bağları bir açıdan kardeşlik bağlarıyla büyük bir güven duyuruyor, diğer taraftan ise bireysel soru ve sorgulamaların içe gömülmesi şartını koşuyor. Kişinin geleceğini, hatta ahretinizi garanti alma iddiasını savunurken, hayata bakış açısını dolaylı kılarak köreltiyor. Listeler tutuşturuyor öğrencinin eline, okuması gereken yazarlar listesi veriyor. Zihnin bu şekilde kuşatılması, sahih bir kendilik ve salih amel bilinci adına hiçbir sebeple kabul edilmemeli oysa. Sadece Fethullahçı okullarda değil, benzeri “kapalı” eğitim kurumlarında da okunmaması gereken yasaklı, “zararlı” olarak işaretlenmiş yazarlar listesi vardır öteden beri. Oysa geliştiren bir okurlukta kişi okuyacağı kitap listesini adım adım kendisi belirleyecektir.
Kapalı yapılar, dışarıdan bir gözün eleştirilerine uğramadığı için de kendi içlerindeki problemleri hasıraltı etmenin zaafıyla maluller. Sekter gruplar gibi karizmatik bir lider etrafında örgütlenen ezoterik örgütlenmeler de iradeleri teslim alarak iç yapılarındaki düzeni korurlar. Anadolu insanı daha sade bir şekilde özetliyor olup biteni: “İhtiyaç.” Her şekilde söz konusu olan bir irade, dolayısıyla hayat pazarlığı. Allah’ın bağışı ömürler onca değerli ve biricik iken, eleştirel düşünceye kapalı ortamlarda işte bu şekilde heba olabiliyor.
Beri taraftan, kandırılmış olma gerekçesi öne sürülerek daha sahih ve haklı bir aşamaya geçilemez; zaafların net bir şekilde görülmesi ve izah edilmesi bir zorunluluk. Özellikle de “ben mahremiyeti” terbiyesi ve salih amelin göz göre göre, “ihtiyaca binaen” ihmal edilen anlamları üzerine birlikte, yüksek sesli düşünmemiz gerekiyor.