İnce tarih

827175622

Sen de biliyorsun ki tarihin kalın olanı, siyasetçilerin, muhafazakârların, devrimcilerin ve boş vakitlerini nasihatle geçirmeye bayılan yaşlıların işine pek yarar. Küçük işlerle uğraşmaktan hazzetmeyen bu ‘zaman madencileri’, büyük haritalar, büyük ordular, büyük seferler, büyük zaferler ve büyük yenilgiler söz konusu olduğunda kendilerinden geçerler. Onların gözünde tarih Hititlerle Mısırlıların, Perslerle Yunanlıların, Romalılarla Kartacalıların, Osmanlılarla Bizans’ın harbettiği devasa bir cephedir. Bir cephe kapanır bir diğeri açılır ve tarih, dünya haritasını şekilden şekile sokan bir savaşlar zinciri olarak süregelir. Aslında insanın biri tarihe diğeri kendi yaşadığı döneme bakan iki ayrı gözü yoktur; geçmişi büyük bir cephe gibi görmeye alışkın bakış, zamanını da öyle görür. Hoş dünya da insanlığın mukadderatını cephelere bağlayan birinin beklentisini hiç boşa çıkarmaz; yeni kahramanları, yeni orduları, yeni savaşları vardır. Milletler, kalın tarihin hangi tarafında duracakları konusunda herhangi bir zihin karmaşası yaşamazlar. Yunanlılar Yunanistan’ın, Farisiler İran’ın, İngilizler elbette İngiltere’nin tarafındadır. Yurt nihayetinde büyük mülktür ve bundan ötürü bütün halk, adına yurtseverlik dediğimiz duygudaşlığın gönüllü birer mensubu olarak hareket eder…

Altında büyük bir mülkü koruma arzusu yattığı için, yurtseverlik bir nevi ‘millet imecesi’dir. Şartlar mecbur bıraktığında bu imece haddinden fazla iş çıkarır. Ama kalın tarihin bir başka sahnesi daha vardır. Sadece ülkeler arasında değil, bir ülkenin içinde de cepheler açılır, kahramanlar sahneye çıkar, taraflar birbirlerini yok etmek için pek çok yola başvururlar. Siyaset savaşlarında düşmanı tanımlamak, etnik ya da ulusal savaşlardaki kadar kolay değildir. Nihayetinde bütün taraflar aynı dili konuşan, aynı ırktan ve şu ya da bu oranda inansalar da aynı dinden insanlardır. Öyleyse nedir birbirlerinden alıp veremedikleri? Bir taraf öbür tarafı sahanın kenarına ittiğinde eline ne geçecektir? Siyaset savaşları asla bu sorulara somut ve ölçülebilir cevap vermez; bunun sebebi, aslında içerideki mücadelenin de tıpkı sınır savaşları gibi bir mülk mücadelesi olmasıdır. Ve bu savaşta da taraflar konumlarını belirlemekte hiç güçlük çekmezler. Sadece yurtseverlik kavramının yerini daha spesifik başka kavramlar alır ve çatışma her türden yoruma açık bu kavramlar üzerinden yürür gider. Aklı başında biri, siyasal hareketlerin ilk evresinden sonra ahlaki ve ideolojik zemininden uzaklaşmaya başladığını, ‘hareket’in ‘kurum’a dönüştüğünü ve temellük ettiği sahayı koruma kaygısına düştüğünü bilir. Kalın tarihin işleyişi hep böyledir…

Sen de ben de ‘kalın tarih’ böyle işlemeye başladığında başımıza neler geleceğini biliyoruz. İyisi mi, ben sözü bir şaire yakışacak şekilde ‘ince tarih’e getireyim. Daha bugün parkta, gülüşü baharı kıskandıran bir genç kız gördüm. Hemen arkasında bir banka oturmuş, can sıkıntısını avutmaya çalışan yaşlı bir kadın da vardı. Aynı göğün altında duruyor, aynı havayı soluyor, aynı akşamın kıyısında bekliyorlardı. Birden büyük uygarlık cepheleriyle ve içinden çıkılmaz siyasi çatışmalarla hiç ilgisi olmayan bir yere, ‘kişinin tarihi’ne takıldı aklım. Bu kız İskender’in ordusu kenti yerle bir etmeden birkaç gün önce Persepolis’in avlularından birinde de gülmemiş miydi? Bu yaşlı kadın, Cengiz Han’ın ordusu batı seferine hazırlanırken, bir Hazar şehrinde duvara yaslanmış can sıkıntısıyla akşamın gelmesini beklemiyor muydu? Kalın tarihin vakanüvisleri büyük savaşları, kahramanları, zaferleri ve yenilgileri onca istekle kayıtlara geçerken, sıradan hayatlarla neden hiç ilgilenmediler? Hiç değilse, askerlerin aşlarını kaynatan aşçılardan, urbalarını diken terzilerden bahsedemez miydiler? Herhangi bir insanın kişisel tarihi herhangi bir toplumun tarihinden daha mı az değerliydi acaba? Ben bütün bunları düşünürken, bir de baktım ki güzel gülüşlü kız da, yaşlı kadın da ayrılmış parktan. ‘İnce tarih’ yerlerine başkalarını geçirmiş…

Sen de biliyorsun ki ‘ince tarih’in sırrını çözemeyen biri eninde sonunda taşlaşır. Belki de hikmet sahibi adamları insanların umut kapısı haline getiren, bu sırra vakıf olmalarıdır. Yine de ister kalın, ister ince olsun tarihin hiç değişmeyen bir yasası vardır: Sonunda herkes ölür. Yenilmez Gılgameş, arkadaşı Enkidu ölünce ilk kez bu büyük düşman karşısında ne yapacağını bilemez hale gelmişti. Davut oğlu Vaiz’in, dünyanın bütün hallerini idrak ettikten sonra dilinden dökülenler, yeryüzündeki her bir kentin girişine, kentlerin adının ve nüfuslarının altına yazılsa yeridir: “Senden öncekileri kimse hatırlamıyor, senden sonrakiler de seni hatırlamayacak.” Mayısın ortasındayız, erguvanlar çiçeklerini döktü artık; iğdeler kokusunu saldı ve çekildi aramızdan. Kalın tarih işlerini yoluna koymaya çalışırken oldu bütün bunlar. Yarın aynı parka başka bir kız da gelip gülümser. Tıpkı beş bin yıl önce Ninova’da olduğu gibi. Tarih hep eskidir ve aslında “güneşin altında yeni bir şey yok”tur…