Öncelikle belirtmeliyim ki, yazdığım bir yazı üzerinden başka yazılar üretmek ve yeni bir tartışma çıkarmak gibi bir tarzım yok. Neticede ben haberciyim ve daha çok gündemle hemhal olduğumuz için Gerçek Hayat yazılarım da genelde bu çerçevede şekilleniyor. Fakat müsaadenizle ve kendime de bir istisna hakkı oluşturarak geçtiğimiz hafta kaleme aldığım, “MGV’nin kapısından girer gibi” başlıklı yazıya atıfta bulunarak devam etmek istiyorum.
Bahsi geçen yazıyla ilgili sayısız dönüş aldım. Ve Milli Gençlik Vakfı’nın diplomasız bir okul olduğunu ve Türkiye’nin geleceğini şekillendiren insanları mezun ettiğini bir kez daha anladım. Çünkü Sosyal medyada yapılan yorumlarla birlikte Batman’dan, Bursa’dan, Kocaeli’nden, Malatya’dan ve Ankara’dan tanıdık, tanımadık isimlerden telefonlar da geldi. Çok sayıda siyasetçi ile de MGV’li eski günleri konuşmuş olduk bu vesile ile. Kendi hayatımdan bir kesit olarak paylaştığım duyguların birçok insan için geçerli olduğunu fark ettim.
Merhum Necmettin Erbakan Hocamızın memleketin her karışında emeği olduğunu; bugünlere ve hatta geleceğe, yıllar öncesinden izler bıraktığını bir kez daha andık. Yâd ettik aziz hatıralarını. Bu görüşme trafiğinden sonra, “ne bereketli MGV’ymiş dedim” bir kez daha. Ezcümle; bir hafta boyunca doya doya MGV anıları dinledim. Bizler top peşinde koşarken, direk tepelerinde bayrak asan abilerimiz ve içilen çayların, yenilen yemeklerin bulaşıklarını yıkamayı da vazife sayan ablalarımızın hayatlarının nasıl şekillendiğini görmüş oldum. Bugün dava adına hiçbir karşılık beklemeden emek veren insanların, geçmişin de görünmez kahramanları olduklarına kanaat getirdim.
Bazı anılar vardır, geçmişte kalmış birer hatıra değillerdir. Onlar bizim karakterimiz olmuştur, fıtratımıza işlemiştir de farkında değilizdir. Çocukluğumuzda bir yerde yaşamışızdır ama yıllar sonra gelip bize yön vermiştir, belki de kurtuluşumuz olmuştur. MGV’liler için de o yıllar ‘anı’ olarak kalmamış, geleceğin üzerine inşa edildiği bir temel olmuş.
Milli Görüş, MGV, imam hatiplilik… Bu kavramlar ve kurumlar aynı zamanda birer manevi kimlik. Aradan yıllar geçse de, hayatlar değişse de, imkânlar farklılaşsa da temele katılanlar bir gün karşınıza çıkıyor mutlaka. Belki de 20 yıl geriden gelip hayatımızı çok farklı bir yön vermiş oluyor.
Dönüp bir bakın isterseniz; çocukluğunuzdan, okul sıralarından, boynunuza astığınız elif be cüzünden, alınan ilk abdestten, gazete sayfaları üzerinde birlikte yenilen peynir ekmekten kalan kırıntıları göreceksiniz şimdiki hayatınızda.
Bu yazdıklarım aklıma senarist ve sinema yazarı merhum Ayşe Şasa’nın “Bir Ruh Macerası” kitabında aktardığı namaz hikâyesini getirdi. O bölümü okurken inanılmaz etkilenmiştim. Yahudi, Hristiyan dadıların elinde büyüyen ve sadece onların ibadetlerine şahit olan, Batılılaşmayı idealize edinen bir ebeveynin elinde birçok kilise ziyaretinde de bulunan Ayşe Şasa, 40’ından sonra yaşam biçimiyle ilgili bir yol ayrıma geldiğinde “ben Müslüman mıyım Hristiyan mıyım” sorusunu kendisine soracak kadar bocalar.
Anadili Türkçeden önce ‘dadıdili’ Almancayı öğrenen ve kendi deyimiyle “Allah isminden habersiz büyüyen” Ayşe Şasa, 40’ından sonra geldiği yol ayrımında 7 yaşında kalma izleri sürerek felaha erer. Bundan sonrasını Ayşe Şasa’nın kendi anlatısından aktarayım: “Ne düşündüyse ananem beni karşısına alıyor, birdenbire, ‘sana namaz kılmayı öğreteceğim’ diyor. Abdest almayı öğretiyor. ‘Aynını sen de yap’ diyor, abdest aldırıyor. Sonra da Sahra-ı Cedid Camii’ne götürüyor. Bu camide iki rekât namaz kılıyoruz. ‘Arkamda dur benim yaptıklarımı yap’ diyor. O iki rekât namaz, çok derin bir iz bırakıyor bende. Kırkımdan sonra Allah’a yöneldiğimde, ben Müslüman mıyım, Hristiyan mıyım diye bocalarken; iki rekatlık tecrübe imdadıma yetişti.”
Aile şefkatinden yoksun ve travmalarla dolu bir çocukluğun içinden çıkarılarak 30 yıl sonrasına taşınan, başkasına bakarak kılınmış iki rekat namaz, böylesi önemli bir şahsiyetin dönüm noktasını inşa ediyor işte…
MGV’ler, imam hatip okulları, yaz Kuran kursları, dizinin dibinde ezber verdiğimiz cami hocaları, İslam’ın şartını saydıran dedelerimiz, biraz konuşmaya başlayınca “Allah kaç” diye soran babaannelerimiz… Var olsunlar. Nesillerin İslami yaşam temelleri bu aşamalarda atılmaya başlandı hep. Geçtiğin rahle-i tedrisat neyse, bir gün bir yerde o oluyorsun. Elbette istisnalar olmuştur fakat bu ‘ayrıntı’ bugün ‘Asım’ın Nesli’ için hayal kurmamızı sağlayan en temel öğe aynı zamanda.
Son olarak Anadolu Gençlik Derneği için bir not düşmem gerekiyor. “Çünkü AGD’ler MGV’lerin misyonu ile hareket etmedi. Edemedi. Fazilet Partisi’nin ardından AK Parti ve Saadet Partisi kuruldu ve AGD’de de siyasetin merkezinde kaldı” demiştim. Siyasetin merkezinde kaldıkları şeklindeki düşüncemi sürdürüyorum ancak haksızlık etmek istemem. AGD’nin özellikle üniversiteli gençler için yaptığı çalışmalara şahidim. İfade etmek istediğim asıl konu, 28 Şubat marifetiyle kapatılan, -bu sayede FETÖ’nün önünün açıldığı- MGV gerçeğinin yerinin en azından benim açımdan dolmadığına dikkat çekmekti. AGD’li kardeşlerimi tüm çalışmaları için tebrik ediyor, hepsine selametler diliyorum.