Milli Gençlik Vakfı’nın kapısından girdiğimde ilkokul 5. sınıfa gidiyordum. Futbol topunun peşinde koşarken kendimi MGV’nin antrenman sahasında bulmuştum. 90’lı yılların başıydı. Kocaeli’nin Yuvacık kasabasında yaşıyorduk. Yuvacık, 89 seçimlerinde Refah Partisi’nin 40. belediyesi olarak tarihe geçmişti. Adayımız şimdiki Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu’ydu ve kazanmıştı. Baharı getiren bir ‘çiçek’ Konya’da açmış, bugünlerimizi aydınlatan ‘bir güneş’ de buralardan doğmuştu.
MGV’ler de Erbakan Hocamızın, gençleri milli ve manevi duygularla donatma projesi ve siyasetin alt kolu olarak kendini gösteriyordu. Elbette yürütülen siyasetin, yani Milli Görüş geleneğinin bir parçasıydı ama asla Refah Partisi’nin ‘ilçe binaları’ değildi. Kur’an, hadis, fıkıh ve tefsir derslerinin yapıldığı, hiçbir dayatma olmadan gençlerin tamamen özgür iradeleriyle gelip, “bir şey olmak için” değil, bir şuuru, bilinci ve de geleceği omuzladıkları yerlerdi. Hem Çağrı ve Ömer Muhtar hem de Rocky filmlerinin topluca izlendiği, masa tenisi turnuvalarının yapıldığı, Ahmet Günbay Yıldız ve Emine Şenlikoğlu romanlarının elden ele dolaştığı kültür merkezleriydi aynı zamanda. Sabah namazlarında buluşulan, sohbet halkalarının kurulduğu, mis gibi çay kokan ve hala devam eden uzun dava yolculuğunun ilk duraklarıydı.
Biz diğer MGV teşkilatlarından daha şanslıydık. Kurucumuz eski bir futbolcu olan Nihat isimli bir abiydi. O dönemin imkânlarına göre profesyonel kulüpler düzeyinde bir altyapı takımı oluşturmuştu Nihat Hocamız. 10 ile 18 yaşları arası çoğunluğu Karadenizli ama içinde Kürt çocukların da yer aldığı bir takımdık. Kasabanın Lazlarıyla, Kürtleriyle tam bir ‘takım’ olmuştuk. Federe değildi, lisanslı futbolcusu yoktu ama üç beş ayda ünü tüm Kocaeli geneline yayılmıştı. Amatör takımları dize getiriyordu. Haftada üç antrenman yapıyorduk. Bulunduysa bir rakiple yoksa da kendi aramızda kıyasıya maçlar oynuyorduk.
Nihat Hocamız müthiş disiplinliydi. Antrenmanlarda ısınmadan topa ayak vuramazdık. Açma germelerden kaytarmak, kondisyon koşularından sıvışmak imkansızdı. Her antrenmanda zihnimize kazırdı: “Yemek en az iki saat önce yenilecek, su ayakta içilmeyecek…” O renkli trafik dubalarını dizip istasyonlar kurarak ofansif ve defansif varyasyonlar yaptırırdı. Disiplini sadece antrenman sahasıyla sınırlı değildi. Çay ocağında, lokalde ve derslerde gözü üstümüzdeydi. Maç kadrosuna girmek için çok iyi top oynamak, tüm antrenmanlara katılmak yetmiyordu. “Müslüman genç” kimliğimizi oluşturacak dersleri aksatan, en kral topçu olsa da kesik yiyordu. Hiç unutmam. 8-0 biten bir antrenman maçında tüm golleri atmıştım. Nihat Hoca, bir sonraki maçta son 3 dakika oyuna sokmuştu beni. Ayağıma top bile değmemişti. Nefsimi, kibrimi ayaklar altına almıştı. Çünkü ben şımarmıştım. O da bunu fark edip dersimi vermişti.
Bir de Fevzi abimiz vardı. Kocaelisporlu Fevzi Açıkgöz. Kocaelispor’un Süper Lig’de fırtına gibi estiği sezonda takımın sol bekiydi. Fırsat buldukça da antrenmanlarımıza gelirdi ve o her geldiğinde ayaklarımız birbirine dolanırdı. Öyle ya, üç gün önce Beşiktaş’a karşı sol taraftan geçit vermeyen Fevzi abi şimdi yanımızdaydı. Tanınan, bilinen ve adı transfer haberlerinde geçen birisiydi. Fakat bizim için başka yönüyle de bir figürdü; futbolcuydu evet, ünlüydü evet ama o bizimle camiye geliyor, sohbet halkalarının parçası oluyordu.
Böyle bir rahle-i tedrisattan geçmiştik işte. Daha sonra İstanbul’daki imam hatip yıllarında Fatih Malta’daki MGV’de almıştım soluğu. Bülent Yıldırım’ın, Mustafa Şen’in izlerini takip ediyorduk. “Abiler” bolluğunda büyüyorduk. Evden çıkarken “vakfa gidiyorum” diyebilmenin rahatlığı ve özgüveni oluyordu üzerimde. Sonra 28 Şubat süreci geldi çattı. Hemen hemen tüm illerde şubesi olan MGV’ler kapatıldı. Lise günlerim daha bitmemişti. Okul dışındaki zamanlarda başka ortamlara kaymamızı engelleyen lokallerimiz elimizden alınmıştı.
Şöyle dönüp bir bakın; FETÖ’nün özellikle muhafazakâr ailelerin çocuklarının üzerinde hâkimiyet kurduğu dönem, MGV’lerin ve imam hatiplerin orta kısımlarının kapatılması ile kat sayı engelinin başladığı yıllara denk gelir. O gün laiklik ilkesine dayanarak dindar insanların önünü kesen Kemalist zihniyet, diğer yandan FETÖ canavarını beslemişti. Onlar bunu kabullenmese de biz canlı şahitleriydik ve maalesef böyle olmuştu.
MGV’ler kapatıldı fakat aradan geçen 20 yılda gençlerin yükünü omuzlayacak bir STK oluşturulamadı bir türlü. Yerine kurulan Anadolu Gençlik Derneği de gideremedi bu açığı. Çünkü AGD’ler MGV’lerin misyonu ile hareket etmedi. Edemedi. Fazilet Partisi’nin ardından AK Parti ve Saadet Partisi kuruldu ve AGD’de de siyasetin merkezinde kaldı.
Gençlik, siyaset üstü, siyaset dışı ilgi istiyordu oysa. Yol gösterici bir fenere ihtiyaç vardı. Yıllar bir takım denemeler ile geçti ve nihayetinde bu açığı giderecek, vasatı koruyup, sadece ve sadece gençliğe şuur aşılayacak bir oluşum 2012 yılında kuruldu. Yedi Hilal Derneği’nden bahsediyorum. Köklerine bağlı, mirasını reddetmeyen bir anlayışla çıkılan yolda birçok ilde teşkilatlanmış durumda Yedi Hilal. Geçtiğimiz hafta İnönü Üniversitesi’nde okuyan kardeşlerimizle buluştuğumuz Yedi Hilal’in Malatya şubesinden içeri girdiğimde MGV’nin içime işlemiş havasını yeniden teneffüs edince aklıma düştü bu yazı. Oradaki sadeliği, bilgiye açlığı, insan bereketini görünce kendimi MGV lokalinde hissettim. Sonra kelam ettiğim birçok kişi Yedi Hilal’de benzer havayı bulduğunu söyleyince kendimi de teyit etmiş oldum.
Çocukluk yıllarımın en vasıflı anısıdır MGV. Geleceği işaret eden, rota çizen, bundan sonrası “imam hatip” diyen, üstüne bir de arkadaşlığı ve kadirşinaslığı öğreten diplomasız okulumdu. Malatya’da Yedi Hilal derneğinde, bu okuldan henüz mezun olmadığımı ve yapacak onca işin, açığının kapatılması gereken çokça yılın olduğunu anladım. Şükürler olsun sadece Yedi Hilal değil, Genç Önder ve Cihannüma gibi oluşumlar da ‘vasatı’ koruma gayretiyle, her fotoğraf karesinde olmama hassasiyetiyle gençliği ilmek ilmek dokuyorlar. Allah gayretlerini artırsın.