Bir vakitler Ikarus marka belediye otobüslerini çok seven bir çocuk tanımıştık. Sanayi Mahallesi’ndeki küçük yerel gazete binamıza arada bir uğrardı. İnsan, herhangi bir nesneye aşkla bağlanmış böylelerini görünce, hele bir de çocuksa iğnelemeden duramaz. Bizim bir iki arkadaşımız da tanışıklığının nereden geldiğini ve ne sebeple büroya uğradığını şimdi hatırlamadığım bu çocuğu kızdırmak için Ikarus marka otobüsleri kötülerdi. Böyle muzip sataşmaların giriş cümlelerini siz de tahmin edersiniz: “Lan oğlum şu dandik otobüslerin neyini seviyorsun?” Tabii ki bu cümlenin mahsurlarını zaman içinde defalarca tecrübe etmişizdir. İnsan sever ve bağlanır; bağlandığı nesnenin kusurlarını görecek olsa, zaten ne böyle bir sevgi ne de bağlılık ortaya çıkabilirdi. Koca bir Leyla ile Mecnun hikâyesinin içinde büyütülmüş olduğumuz ve yakışıklı Mecnun’un çirkin Leyla için harcadığı maksimum gönül enerjisini bildiğimiz halde hep bir münasebetsizlik yapıyor, şu küçük haylazımızın Ikarus marka otobüslere bağlılığını tiye alıyorduk. Doğru muydu bu yaptığımız, bir Ikarus sevdalısına Ikarus kötülenebilir miydi? Küçük muhatabımız aşka gelir, uzun uzun sevgili otobüslerinin iyi huylarını anlatırdı. Sonunda o mutlu olsun diye gönül birliğiyle “Ikarussever” kesilirdik. Zafer onundu…
Bizim küçük Ikarus aşığımız, öyle uzaktan sevenlerden, aşkını kendi içinde yaşayanlardan, bu yüzden çöllere dağılıp sonunda işi Huda’ya bağlayan cinsten değildi. Hatta Mecnun bir Leyla ile, bir Leyla’nın nazarı ile baş edemezken o, gönlünü Ayazağa-Beşiktaş hattında gidip gelen bütün Ikaruslara pay etmiş, her birinin hakkını verecek bir kalp planı bile yapmıştı. Sadece otobüsü değil, şoförünü de iyi tanımak lazım gelirdi. Bunlar kız babası gibiydiler, küçük bir kuşku, bir yanlış hareket her şeyi yerle bir ederdi. Ayazağa’dan Beşiktaş’a kadar süren ve sıklıkla tekrar edilen uzun saltanat yolculuğunun kaderi bu adamların elindeydi ve bu adamların her biri de başka tiplerde, başka huylarda adamlardı. Olsun, nihayetinde ortak bir tarafları vardı; hepsi de Ikarus şoförüydü. Herhangi bir seferlerinde, bir çocuğun yanlarına ilişip kullandıkları otobüs hakkında sorular sormasına zaman içinde onlar da alıştılar. Tanışıklık soru-cevapla sınırlı kalmadı; zaman içinde Ikarus aşığı çocuk şoförlerin biricik dostu haline geldi. Yolcumuz muhtemelen her gün ve en az bir seferliğine Ikaruslarının o günkü halini kontrol etmek için hattı keşfe çıkmaktaydı. Bu aşk elbette bilet yerine geçiyordu…
Bir ayağı yerel bir gazetenin bürosunda öteki ayağı Ikarusların basamaklarında duran ve şehrimizde numunelerine her vakit her yerde rastlanmayan küçük dostumuzun özellikle alındığı bazı cümleler vardı. Arkadaşlarımızdan birinin, “abartma nihayetinde bir Macar otobüsü” demesi pek ağırına gider, Ikarusa laf söylemenin Macarları, Macarlara laf söylemenin Ikarusu küçük düşürmek manasına geldiğini bilir, ne kıza ne de kız evine kem söz söylenmesini hoş karşılamazdı. Sıkıntı şuradaydı: Ikaruslar söz konusu olduğunda, bu otobüslerin her bir vasfını a’dan z’ye hatmettiği için onları savunabiliyordu; ama söz konusu Macaristan ve Macarlar olunca söyleyecek pek bir şey bulamıyordu. Macaristan’a gitmemiş, muhtemelen herhangi bir Macar da görmemişti. İçimden bazen şöyle derdim: İmkân olsa da ‘muhibbi Ikarus’u Macaristan’a götürüp gezdirsek, şu güzelin bir de Budapeşte caddelerinde salınışını seyretse. Peşte’den Buda’ya doğru salınarak çıkan bir Ikarus 280 düşünün, üstelik Elizabeth Köprüsünün üstünden geçiyor, aşağıda Tuna nehri. Bütün kahramanlar bir arada…
Vefasız hafızamın ismini yuttuğu çocuk şimdilerde 30’lu yaşlarında olmalı. Eğer Ikaruslara bağlılığı bir çocukluk aşkı değil idiyse ve büyürken de bu kez kimseye belli etmeyerek sevgili otobüslerini öyle alıcı gözle süzmeyi sürdürdüyse, yıllar onun için bir miktar meşakkatli geçmiştir. Öyle olmuştur çünkü belediye Ikarus otobüsleri peyderpey çekti hatlardan. Bazılarını hurdaya ayırdı, bazılarını Çad gibi Afrika ülkelerine hediye olarak gönderdi. Macar dostlarımızın sayıları önce azaldı, sonra da bütünüyle lastikleri yollardan kesildi. Şehrin bu eski güzellerinin, o fakirlik yıllarında alınıp Türkiye’ye getirilme macerasına hiç girmeyeyim. Bir çocuğun otobüs aşkına ne siyaseti ne de tarihi bulaştırma hakkımız var. Ama dediğim gibi, eğer aşkı zamanla küllenmediyse o, hattan alınan her bir Ikarus için vasıflarına, şoförüne, gidip geldiği güzergâha uygun bir veda töreni yapmıştır. Bu birbiri ardınca düşen Budin kaleleri, belki bir miktar vefalı şoförlerini, ama en çok da kahramanımızı yasa boğmuştur. Yüzlerce defa, her bir güzel için ayrı ayrı tutulmuş bir yas! Hele şu Çad’a gidenler, şimdi o uzak memlekette, o dilini töresini bilmedikleri yerlerde ne çileler çekiyorlardır kim bilir? Peşte’den alınan güzel, dul da kalsa hiç İstanbul’dan Çad’a gelin verilir mi? Kötüden de öte bir felaket…