II. Abdülhamit’in meclisteki son sözleri

Sultan II. Abdülhamit’in, I. Meşrutiyet ile yürürlüğe giren anayasayı askıya alarak meclisi kapatmasının üzerinden 30 yıl geçmişti. Bu süre içerisinde hem iç hem de dış politikada gayet dengeli bir siyaset izleyen Sultan Abdülhamit’in iktidarına karşı harekete geçen İttihat ve Terakki Cemiyeti, Rumeli’de önceden gizlice sürdürdüğü faaliyetlerini artık açıktan yürütüyordu.  Makedonya’da subaylar arasında başlayan mevcut hükümete karşı isyan hareketi kısa sürede yayılmış; iş, askerlerini alan subayların dağa çıkmasına ya da hükümet konaklarını basmasına kadar varmıştı. Payitahtı dikkate almadan Selanik’te Meşrutiyeti ilan eden ittihatçılar İstanbul’dan endişeyle izleniyordu.

Sadrazam Ferit Paşa Rumeli’de çıkan olayları engelleyemeyince görevi Sait Paşaya bırakmıştı. Sait Paşa son gelişmeleri değerlendirmek üzere kabineyi Sarayda toplayarak yaklaşık 20 saat sürecek bir toplantı yaptı. Görüşmelerin sonunda Sultan II. Abdülhamit’in anayasanın ilanına taraftar olduğunu bildirmesi, padişahın olayların daha da vahim bir hal almasından endişe ettiğinin bir göstergesiydi. Nihayet 23 Temmuz 1908’de, Sultanın Meclis-i Mebusan’ı toplantıya çağırmasına yönelik iradesiyle Meşrutiyet resmen ilan edilmiş oldu.

Meşrutiyetin ilan edildiği gün ülke seçim sürecine girmişti. Seçime İttihat ve Terakki ile Ahrar Fırkası olmak üzere iki parti katılıyordu. Seçimler iki dereceli olacak, her elli bin erkek nüfus için bir mebus seçilecekti. Yirmi beş yaşını bitirmeyen, medeni haklarından yoksun, yabancı devlet tabiiyetinde olan, iflas ile mahkûm olup iade-i itibar etmemiş, hakkında siyasi kısıtlama kararları kalkmamış, devlete hiçbir vergi vermeyen kimseler oy kullanamayacaklardı.

Yapılan seçimlerin sonunda ülke genelinde İttihat ve Terakki adayları kazanmış, Ahrar Fırkası, tam manasıyla teşkilatlanamadığı için başarısız olmuştu. Seçilen 281 mebustan biri hariç hepsi İttihat ve Terakki Fırkasındandı. Ahrar Fırkası sadece Ankara’dan bir mebus çıkarabilmişti (Mahir Sait Bey).  Bu arada Sadrazam Sait Paşa, yeni kabinenin kurulması sürecinde yaşadığı görüş ayrılıklarından dolayı görevinden istifa etmiş yerine Kamil Paşa gelmişti. Seçimin tartışmasız galibi olan ve askeri gücü büyük oranda elinde bulunduran İttihatçılar Meşrutiyeti ilan ettiren asıl irade olduklarının bilincinde hareket ediyor, kendilerini artık ülkenin tek hâkimi olarak görüyorlardı.

Sultana sansür uyguladılar

Meclis 17 Aralık 1908 yılında düzenlenen bir törenle açıldı. Bu ana şahit olabilmek için İstanbul’a hem yurt içinden hem yurt dışından çok sayıda izleyici geldi. Taşradan gelen misafirler için otellerde yer kalmayınca camiler ve okullar birer pansiyon gibi kullanıldı. Meclisin açılış törenine Sultan II. Abdülhamit de katılmış, Mabeyn Baş Kâtibi Ali Cevat Bey, son kez Sultanın açılış nutkunu mebuslara karşı okumuştu. Ancak bu konuşma metninin kimin tarafından hazırlanacağı dönemin başbakanı Kamil Paşa ile Sultan arasında ufak bir çekişmeye neden oldu. Sadrazam Kamil Paşa, Sultanın Mebusan Meclisinde yapacağı açılış konuşmasını kabinenin hazırlaması konusunda ayak diretiyordu. Paşa’nın bu ısrarında belki İzmir’e sürgün edildiği yılların bir birikimi olabilir ancak söz konusu durumun Sultan II. Abdülhamid’in ağrına gideceği aşikârdı. Kamil Paşa açılış konuşmasını bizzat kendisi yazarak mabeyinci Emin Bey aracılığı ile Padişaha sundu. Sultan II. Abdülhamit konuşma metnini Baş Kâtibi Ali Cevat Bey ile birlikte gayet kısa ve kuru ifadelerle dolu olarak değerlendirmişti. Bunun üzerine Sultan, Sadrazam Kamil Paşa’ya, nutuk üzerinde kendisiyle konuşmak ve bazı yerlerinde değişiklik yapmak istediğini bildirdi. Kamil Paşa’nın cevabı ise net oldu:

“Kanunu Esasiye göre hükümdarın Mebusan ve Ayan Meclisilerinin müşterek içtimaında okuyacakları açılış nutkunun metnini hazırlamak vazifesi kabineye aittir. Kabine de bu nutku tasvip etmiştir.”

Sultan II. Abdülhamit, Sadrazam Kamil Paşa’nın verdiği bu cevabı sükûnetle karşılasa da Mabeyn Baş Kâtibi Ali Cevat Bey metnin bazı yerlerinde değişiklik yapılması konusunda padişaha sürekli telkinde bulunuyordu. Israrının sebebi şuydu: Mecliste Sultan Abdülhamit devrinde sürgün edilmiş ya da hapsedilmiş mebuslar bulunmaktaydı. Yapılacak konuşmanın bir yerinde muhakkak meşrutiyetin ve anayasanın ilelebet devamına dair teminat veren cümleler konulmalıydı. Aksi takdirde kısa, sade ve durumu kurtarıcı ifadeler mebusları tatmin etmeyecek, tereddütler oluşacaktı. Bu görüşe hak veren Sultan Abdülhamit, konuşmanın bir yerine mecburen “Memleketimizin Kanunu Esasi ile idaresi hakkındaki azmim kat’î ve lâyetegayyerdir (değişmez)” cümlesinin eklenmesini uygun gördü.

Son sözler

17 Aralık 1908 yılında Ali Cevat Bey, mecliste Padişah namına konuşma metnini okudu. Başlarda sessiz sakin bir şekilde nutku dinleyen mebuslar sonradan ilave edilen cümleyi duyunca alkışlamış, gayet memnun olmuşlardı. Ardından Sultan II. Abdülhamit son kez alçak bir ses tonuyla şunları söyleyebildi:

“Meclisimizin huzurumda küşadından ve sizi cümleten burada gördüğümden dolayı fevkalade memnun oldum. Devamını ve hüsn-ü muvaffakiyetini Cenab-ı Allah’tan niyaz ederim.”

Sultan II. Abdülhamit, mecliste yapacağı konuşma metni konusunda uzlaşmaz bir tavır içerisine girseydi, ayrıca nutkun sonuna da anayasaya karşı gelmeyeceğine atıfta bulunan sözleri ilave etmemiş olsaydı, 31 Mart hadisesinin daha erken bir tarihte yaşanması ihtimali oldukça yüksekti. Lakin padişah her zamanki gibi itidalli bir siyaset izledi ve kendisine uygulanan sansüre boyun eğdi.

Meşrutiyetin ikinci kez ilan edildiği yıllar devletin tüm sorunlarına çare olacağı düşünülen “anayasa ve özgürlük” kelimelerinin bolca kullanıldığı zamanlardı. Sultan Abdülhamit’e muhalif isimlerin çoğu, bu kavramların memlekete çağ atlatacağı inancındaydı. Bunu sadece batıcılar değil, devrin İslamcıları da savunuyordu. Lakin meşrutiyetin ilanını takip eden yıllarda bunun hiç de böyle olmadığı anlaşıldı. Meşrutiyet ne vaat edilen hürriyet ortamını getirdi, ne de devletin sorunlarına bir çare oldu. İttihatçıların eliyle Osmanlılara yaşatılan bu tecrübe daha sonra Cumhuriyete de tevarüs etti, hem bürokratik hem de askeri vesayet kabuk değiştirmek suretiyle günümüze kadar geldi.