Sana bu mektubu, kafamı daha rahat ve bedenimi daha dinç hissettiğim bir vakitte yazmak isterdim. Artık böyle bir vakit yok. Hayatın ceplerini düşünmek yüzünden, kafa rahatımızı ve hayatın çöplerini taşımak yüzünden dinçliğimizi çok erken yaşlarda kaybetmeye başlıyoruz. Fazla değil, iki otobüs durağı arasında aklımızdan geçenleri bir yere kaydetmek mümkün olsa, o kısacık mesafede büyük bir romanın sayfalarını dolduracak kadar konuyu aklımızdan geçirdiğimizi görür, şaşkına dönerdik. Kafamız, yani her türden malzemeyi işleme konusunda mahareti olan şu büyük makine, otobüs bir duraktan ötekine gidinceye kadar hatıralarımızı, hayallerimizi, korkularımızı, heveslerimizi, ıstıraplarımızı, planlarımızı, umutlarımızı ve artık bir kalıp haline gelmiş bazı hikâyelerimizi işler durur. Birisiyle konuşurken de zaman zaman ikiye bölünür, içimizde bir başka konuyla ilgilenirken, dışımızda da muhatabımızı idare edecek bir hal takınırız. Sıkça yakalandığımız da olur; birimiz ötekimize, “sen öyle ne şey düşünüyorsun” deriz mesela. Karşılıklı birbirimizi idare ettiğimiz ve o arada kendimizle bir şeyler konuştuğumuz da vakidir. Kabul edelim ki insan, ölünceye kadar hep içindeki bazı başlıklara çalışan bir psikoloji öğrencisidir…
İstersen fiyakalı bir cümle de kuralım: Evrenin ve balçığın sırları da bizi yorgun düşürür. Şu küçücük bedenimizin içinde akıl almaz büyüklükte bir dünya vardır ve tıpkı dışımızdaki dünya gibi içimizdekinin de engebeleri, bereketli ovaları, çölleri, yolları, yıldızlı gökleri bulunur. Sadece dışarıda bir yolculuğa çıkmaz, içeride de yolculuklara çıkarız; sadece dışarıda bazı engebelere takılıp düşmez, içimizde de pek çok engele takılıp görünmez bir yerlere yuvarlanırız; dünyanın çölleri ne kadar meşakkatliyse, ruhun çölleri de en az o kadar meşakkatlidir. Kimi zamanlar ruh, büyük kum fırtınaları yüzünden insana nefes aldırmaz hale gelir. Kimi zaman da tuhaf bir şekilde yıldızlı bir gök nasip olur; bir aşk hali, bir şiir hali, bir cümle varlıkla dost olma hali. Ama ne bu ne de öteki haller kalıcı değildir. Ve biz, bu farklı hüviyetlerimizi insanlardan saklamak için didinip dururuz. Bunu niçin yaparız? Muamma! Daha çocukluktan başlayarak, herkesin su içebileceği bir çeşme olarak inşa edilmişizdir. Sıkça kendimize rağmen akarız. Dışarıya şenlikle akan suların, ruhun dik yamaçlarından getirilen gürültüler olup olmadığını hiç bilemeyiz…
Sana bu mektubu tan ağarırken yazıyorum. İstanbul’un en güzel vakitlerinden birinde. Tan ağardı ama güneş henüz doğmuş değil. Bir saat içinde nasıl bir kıyametin kopacağını ikimiz de biliyoruz. Olsun. Günlerden, şehirlerden, zamandan şikâyet edip durmanın kime ne faydası var! İşte tan ağardı, işte güneş buradan göremediğim bir tepenin ardından dilini uzattı ve işte birazdan küçük bir kıyamet kopacak; hepsi bu, hepsi bu kadar. İçimizdeki dünyadan, şu “iç ülke”den bahsederken, sürekli hayattan, gelecekten, yeni kuşaklardan ve “her şeyden şikayetçi”lerin içlerine de bir yolculuk yapmak ilginç olabilirdi. Yine de bu kuyunun kapağını şimdilik açmayalım. İnsan, en yakınındaki insanı bile hiçbir zaman tam olarak tanıyamaz; sadece kanaatlerimiz vardır. Bir zamanlar dünyayı doyasıya tadanların, ömürlerinin herhangi bir basamağından sonra ondan şikâyet etmeye başlamalarını elbette anlayabiliriz. Şikâyet biraz da yaşlıların kıskançlıklarını usulünce gösterme biçimidir. Ama her erken muhafazakârlık ruha darlık verir ve ruhun sahibi, bu darlığın faturasını dünyaya keser. Dünya görüşümüz de “iç ülke”mizin muteber misafirlerinden biridir. Ruh mu yaralarını sarmak için onu kullanır yoksa o mu ruhu yaralar, bunu hiç bilemeyiz!
Mektubumu okuduğunda, “sabahın dar bir vaktinde yazdığın konuya bak” diye geçireceksin içinden. Haklısın. İnsan sadece en yakınındakileri değil, kendisini de hiçbir zaman bütünüyle tanıyamıyor. Bu mektubu dün yazmaya kalksam muhtemelen bambaşka bir oluktan akacaktı sular; bugün erteleyip yarın yazsam, o zaman da bir başka oluktan. Galip Dede’mizin “Hoşça bak zatına, kim zübde-i âlemsin sen” mısraını elbette biliyorsundur. Mutasavvıflar, felsefeciler, eski edebiyat uzmanları bu kapıdan çok girdi. Ama bir de bizim şahsi mealimiz vardır. Eğer öyleysek; yani ben, sen ve ötekiler âlemin özüysek, bizde doğan ve bizde batan güneşlerin haddi hesabı yok; fırtınalarla sükûnet aynı kalıbın içinde, arzu ve yıkım da öyle. Dervişlerin zikir halindeyken yaşadıkları tecrübe de dinlediği müziğe kapılıp gitmiş bir genci kendinden geçiren de iki ayrı musluktan akan aynı kaynağın suyuna benziyor. Dün bir genç kızın telefonda, “ruhum çok darlanıyor” dediğini işittim; ben bu darlanan ruhun yıllarca kâh misafiri kâh ev sahibiyim. İyi ki böyle bir cümlemiz var. “Ruhum çok daralıyor” sözü, insanın dünyadaki çaresizliğini anlatmak için Türkçenin bize uzattığı kınalı bir ele benziyor çünkü…