İbnü’l Heysem’in çocuğu

6fa4ysfk313

İşine gelmeyen güzelliği karalama yoluyla görülmez kılmaya çalışmak nasıl bir toplumsalcılık anlayışıyla mümkün olabilir? “Solcu” olduğu belirtilen bir haber sitesinin Marmaray’da düzenlenen bir sergiyle ilgili haberini okurken bunu düşündüm. Başlık şöyle: “Marmaray’dan gerici ‘sergi’ye ev sahipliği.” Sözü edilen, Güçlüder’in düzenlediği Hasan Aycın’ın çizgilerinden oluşan “Çizgilerle 40 Hadis-i Şerif” sergisiydi.

Her zaman döneminin ilerisinde eserler vermiş bir sanatçıyı “gerici” olarak niteleme sebebi, sergiyi düzenleyen kurumun AK Parti yıllarında açılan bir dernek olması. Tuhaf elbette, ancak ülkemizde sanat olgusunu nasıl çarpık bir bakış açısıyla konuşulduğu konusunda da aykırı düşmeyen bir örnek.

Sanat eserine yönelik körlükle hayat körlüğü arasında büyük bir mesafe yok aslında. “Tahta gözler, bana neden kötü kötü bakıyorsunuz?” diye sormuştu Pinokyo.

Hasan Aycın, 1980’lerden beri çizgilerini takip etmeye çalıştığım, kitaplarını okuduğum bir sanatçı. Birbirini tekrar etmeyen yüzlerce eserinin bilincimde oluşturduğu ilk etki, sanatın öğretilemeyeceği. Hayata saygısı olan beslendiği kaynağın yolunu kendine saklamıyor. Hayy’ı dilinden düşürmeyen, başkası cehennemdir demeye de razı olmuyor. Siz onun önünden farkına varmadan geçiyorsunuz, ancak Hasan Aycın sıradan görünen nesnedeki pırıltıyı fark ediyor.

Şanslı olduğumu düşünürüm. İlk kitaplarımdan birinin, “Tesettür ve Toplum”un kapağında onun bir çizimi var. İçinde bulunduğumuz kalpleri katılaştıran beton labirenti bir bahçeye çevirecek olan sebepleri düşündürüyor çizim. Aşılması gereken daha çok yol var. Her dönemeçte yeni bir soru çıkıyor karşımıza. Labirent bloklarının karşısındaki başörtülü kızla sahici meramı arasındaki engeller nelerdir bugün?

Yaygın olarak “çizer” deniliyor artık mesleğine. Acaba bu sıfatla yetinebilir miyiz? Olabildiğince soyutlanmış çizgileri, bir sanatçının muhayyilesinin uzanabildiği alanlar üzerine fikir veriyor.

Güncel olanı ihmal etmezken egemen söylem ve üslupların tuzağına düşmeden kendi sözünü ifade edebilmesini her zaman hayranlık verici bulmuşumdur. Kışkırtıcı ortamların iğvasına kapılmadan gündemi yorumlaması, kendisine bağışlanmış hünerin bilincinde olduğunun göstergesi. Onun karakterleri toplumsal yalanların ve kandırmacıların karşısında bastırılmış hakikati dile getirmenin bir yolunu ararlar. Emanete sahip olmanın sorumluluğunu duyan bilincin inzivaya çekilme şansı yoktur. İnsanlar çıkarlarını korumak için abartılı mimik ve ifadelerle olmadıkları kişi gibi davranırken durumu açıklıkla tanımlamaya çalışan kişi Don Kişot muamelesi görmez mi? Çizgi kahramanı “Meczup” şöyle söyler: “Hayatta en çok insanlar arası meselelerden ürktüm. Onlar benim sınavım. Ya tarafım ya tanık; başkası yok.”

Yaşayamayan insan yazar, derler. Bana ise çizemeyen insan yazıyormuş gibi gelir sıklıkla. Sadece olması gerekenin tasviri için ne çok mesafe kat etti sanatçılar ve ilim adamları! İbnü’l Heysem’in (965-1040) çocuğu gibi gelir bana Hasan Aycın. Batı resim geleneğinde devrim meydana getiren, neticede kübiğe ulaşan izlenimci resim, İbnü’l Heysem’in (adı önce “Perspectiva” olan) Optik’indeki ışık teorilerini belki de Albert Dürer’in keşfi yoluyla öğrenmişti. İbnü’l Heysem için figürler canlı bedenlerin suretleri değil, bir obje veya duvardaki geometrik desenlerdir. O matematiksel olarak hesaplanan yasaları ampirik olarak da kanıtlamak istiyordu. “Bu yaklaşım dünyaya kelimenin tam manasıyla farklı gözlerle bakabilmenin de ifadesidir” diye yorumluyor Hans Belting.

Aycın, farklı bakma konusundaki ısrarıyla Heysem’in çocuğu. Bir röportajında şöyle bir cümle sarf ediyor: “Zaten olmadığımız yerden nasıl bakabiliriz, anlamış değilim.”

“Başka” olanı fark ettiren sanattır, bu konuda görme ve yaşama sorumluluğunu hatırlatan ise din. Din ve sanat birlikte sıradanlaşmaya izin vermek istemez, tersine, hayatlarımızı sıradan görünendeki kendine özgü değeri görme çabasına uyandırmak isterler. Kendine özgü bir bakışa sahip olmanın bir eğitimi var mıdır? Görmeden geçmenin sürekli haklı bir mazeretinden söz edilebilir mi? “Yürüyemeyecek, bacakları kesilmeli” denilen bir çocukmuş Aycın, ilkokul ikinci sınıfa kadar. Kullandığı simgeler, ağaçlar, kuşlar, bulutlar, taş toprak, hep o günlerden kalan canlı izlenimlerdir. Sıkışmış bir şehir hayatında büyüse, daha farklı bir Hasan Aycın olacağını belirtiyor bir yerde. Tabiatı, insanları iyi okumuş. Hayatın mucizelerini yaşamış. Bir tür masalın içinden yeniden doğmaya çalışırken hayata görme tarzıyla da tutunmuş olmalı. Köyüne gelen yaşlı bir kadın, modern tıbbın çaresiz kaldığı derdine şifa buluyor. İlkokul ikinci sınıfa yürüyerek gidebiliyor. Kaçırılmış ne çok oyun var kim bilir… Buna karşılık kazandığı sayısız imge, renk, desen, çocuk bilincinin eğitimle baskı altına alınmadığında hangi zenginliklere sahip olabileceğinin istisnai bir örneğini veriyor.
“Bütün gün batımlarını sessizce izleyen çocuk”tur Bocurgat’ın çizeri. Gerçek sevinç, “neşe” nedir; üzerine herhalde hissederek düşünmüştür. Bu nedenle de “Sarp Yokuş”un anlamını fark edip “Sarp Geçit”i tasviri üstleniyor. Bir insanın kurtuluşuna vesile olmak, bir yetimin yüzünü güldürmek, yakını olmayan yoksulu doyurmak, birbirine sabrı ve hakkı tavsiye edenlerden olmak…

Herkes bir şeyler çizebilir, bir çizimi sanat eserine dönüştüren sanatçının kendine özgü dünyayı veya dünyayı/hayatı görme açısını sunabilmesidir. Taklit ve tekrarla ilgili olmayan bir Hasan Aycın dünyası vardır. Bu dünyayı tek kelimeyle ifade edecek olsaydım, esneklikten söz ederdim. Kırılgan olmayan bir incelik, özgüven, yapıcı eleştiri, gelişmeye açıklık…

Kendi bakışı konusunda itina bir tür çileli hayat anlamına gelir. “…hiçbir şemsiye altında kalmazsanız hep ıslanırsınız. Ben hayatım boyunca hep ıslandım” diye anlatıyor Aycın, sanat ve hayat alanlarında değişme göstermeyen duruşunu.