‘Hicaplı’ afiş nasıl olur?

28Şubat muhasebesi içeren kültür sanat etkinliklerinde veya çeşitli film afişlerinde sıklıkla başörtülü öğrenci resimlerine yer veriliyor. Bu resimlerde ise nahif, mahcup, üzgün, başı yerde bir duruşun ifadeleri öne çıkıyor. Direniş değil de mazlumiyet vurgusu ne ölçüde genel eğilimi yansıtıyor olabilir? Çizgiler ve ifade bir dolayım halini yansıtıyor; orada kendi adına konuşan biri yok.

Biri gelip hakkını savunsun, biri gelip onun adına itiraz etsin… Başörtülü öğrenciler sadece duruşlarıyla bir ses, direnen bir ses olabilmişken, bu direnişi konu alan afişlerin mazlumiyet ve edilgenlik hali esasında hazırlanıyor olması kurcalanmaya değer bir temsil alışkanlığıyla ilgili kuşkusuz.

Çünkü biz geçtiğimiz yüzyılın başlarından itibaren kadınların afişlerde nasıl yer alacağı konusuna karar verebilmiş değiliz. Başörtülü kadın tasvirinin sindirilmiş bir geleneği yok, yüzlere sinen mahcubiyet bununla izah edilebilir. Fotoğraf makinesinin kullanımıyla ilgili ilk tartışmalarda da âlimlerin Müslüman kadınların hicabının üzerine endişeleri öne çıkıyor.

Başörtülü kadınların afişlerdeki duruşunun arkeolojik kazıması yapıldığında Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin eleştirilerine kadar gidebiliriz. Mustafa Sabri Efendi, fotoğraf makinesinin birkaç iyi yanına karşılık, kadınların açılması bağlamındaki rolü nedeniyle uzak durulması gereken bir kötülük olduğunu dile getirmiştir. Fotoğraf makinesi, sinemayı hazırlayan bir icat. Sinema Osmanlı sarayına girmiştir, son padişahların resimle ustalığa varan ilişkisi de biliniyor. Buna rağmen değil geleceğin, hâlihazırda olup bitenin okunması da bir korumacılık refleksiyle korkutma tutumunu öne çıkarmaktadır.

Cumhuriyet’ten sonra bu bağlamdaki endişeler modernizme dönük genel eleştirilerin ağırlıklı bir parçası olmaya devam etti. Bazen kadın dergilerinde yer alan Avrupalı kadın yazar ve sanatçılara ait fotoğraflar, modernizmin Müslüman kadının açılması üzerinden sürdürdüğü bir stratejiyle ilişkilendiriliyordu. Bu endişeler dönemin modernleşme söylemlerindeki abartı konuşulmadan doğru değerlendirilemez. Sözgelimi güzellik yarışması organizasyonlarını (tuhaf ama) Hıristiyanlığın ve Avrupa Uygarlığı’nın zaferiyle açıklayanlar olduğu görülüyor. Bu modernleşme anlayışı ise kameranın gözüyle mahremiyet savunusu arasında kurulan bağlantıya güç kazandırıyor. Necip Fazıl’ın çıkardığı Büyük Doğu’da yer alan söylemler bu açıdan bir geçiş dönemi özelliği arz ediyor: Kadın elbette kamusal bir role sahip olmalı, fakat ortam (caddeler, sinema salonları ve medya) o kadar bozuktur ki kadının eve dönmesinden başka çare yoktur.

Kuşkusuz Müslüman kadının kamusal arayışlarına ilişkin ilk tecrübeleri Osmanlı’nın son yarım yüzyılında aramak gerekir. Ne diyordu Abdullah Cevdet? “Kur’an’ı kapa, kadınları aç.” Kameranın sürekli “açmaya” ayarlı bir şekilde zikredilişinin beyaz perdeye yansıması, sinemamızın (Muhsin Ertuğrul hatta Cahide Sonku yönetimindeki) ilk filmlerinde izlenebilir. Ailesini zor şartlar altında ayakta tutmaya çalışan kadın kadar, değerli bir kolye uğruna sokağa düşmeye hazır yuva dağıtıcı kadın da kamera karşısında tutuktur, sanki görünmeyen bir perdeyi üzerine çekmeye çalıştığı izlenimi uyandırır.

Dağıtmaya bir hayli elverişli bir konu, toparlamaya çalışayım: Kamerayla mütedeyyin kadın arasındaki ilişki, sindirilmiş bir tecrübenin yoksunluğu yüzünden hep bir abartı sergilemiştir. Yücel Çakmaklı’nın yönettiği, Türkan Şoray’ın başrolünde oynadığı “Birleşen Yollar”, Yeşilçam stereotiplerine açık bir Huzur Sokağı uyarlamasıydı. Mesut Uçakan’ın 1990’da çektiği “Yalnız Değilsin”, başörtüsü meselesine daha bir gerçek hayattan bakan bir film olmakla birlikte bazı Yeşilçam klişelerini ister istemez kapsamaktaydı. Filmin afişlerini ilk görenler arasındayım. Nehir Yayınları’nın Cağaloğlu’ndaki ofisinde karşılaştığımda yadırgamıştım; makyaj yapmış başörtülü kahraman bize ait bir hikâyeyi temsil ediyor olamazdı. İran sinemasında benzeri bazı afişler elbette görmüştüm; ancak o filmlerin afişleri İslami bir iddiası olan hikâyeleri yansıtmamaktaydı. Başörtüsü mücadelesinin sahalarında yer alan kadınlar çoğunlukla süsten püsten uzaklıklarıyla bir meşruiyet ediniyorlardı. Öğrenme açlığı içinde ve sorularla doluydular. Sahip oldukları birikim ve güçlü dini duyarlıkla kendilerini doğrudan ifade edebiliyorlardı.

1980’lerin ikinci yarısındaki mücadeleyi konu alan Tanzimat’tan Günümüze Kılık Kıyafet ve İktidar başlığını taşıyan iki ciltlik kitabımın kapaklarında, başörtüsü yasağına direnen gerçek kahramanların fotoğraflarını kullanmıştım. Ne başları eğikti, ne de verili kamuda daha makbul vatandaş sayılan birileri onlar adına konuşsun diye suskunlaşmış gözüküyorlardı. “28 Şubat” tarihinde zirveye çıkan bir bastırma stratejisinden söz edeceksek, bu direnişçi profili Fadime Şahinleştirmeye dönük mizansenleri hatırlamadan geçemeyiz. Bu açıdan 28 Şubat afişlerinin dönemin ruhunu yansıtmaktaki başarısı, bir hayli titiz okumalar yapmayı gerektiriyor. İdeallerinden vazgeçmeye zorlanan başörtülü öğrenci ne utandı ve pişman oldu, ne de biri gelip kendi adına konuşsun diye bekledi. Elbet kameralar onu muhatap almadığı için kimi kamusal aktörler onun adına konuştu, savunmalar yaptı. Ancak her türlü tanımlama sahih bir tanımadan yoksunlukta bir sınırlama ve çarpıtma tehdidi içerir.

Bununla birlikte 28 Şubat başörtülü kadınları dilsizleştiremezdi. Çünkü öğrenmeyi ve anlatmayı sürdürüyorlardı. Medya kanalıyla dolaşıma sokulan dilsiz, kolaylıkla kandırılmaya açık başörtülü kadın imgelerinin örtbas ettiği sahici hayatlar, “önemli” başarıların arka planındaki mütevazı çabalar olmayı sürdürdüler. Aklıma gelen örneklerden biri bu: “Joker yerine konulma” yaralarına karşılık, “beyaz masa” örneğinde somutlaşan halk hizmetlerinin ilk uygulamasını 1993’de Bahçelievler Belediyesi için onlar gerçekleştirdiler.

1960’lardan itibaren öğrencilerin verdiği başörtüsü mücadelesinin fotoğrafları, olguya ilişkin temsilleri vesayete ilişkin mütereddit ifadelerden kurtararak yeniden kaynağına döndürme iddiasını taşır. Jakoben laik ve geleneksel bağlamlarda iki yönlü sürdürülen baskıya karşılık kaynaklara dönerek varlığını tarife çalışan Müslüman genç kızların duruşu ne “ezik” sıfatıyla ifade edilebilir ne de “acz” haliyle. Haysiyetine sahip çıkmanın bedellerini ödemekte olan bu genç kızların duruşu ile afişlere yansıyanlar arasındaki uçurum, 28 Şubat’ın niye mümkün olabildiği sorusunun cevabını da içeriyor.