Herkes seni unutmaya hazırdır

crowded

“Sen” diye geçirdim içimden, “Bir vakitler anlık kararlar alabilen birisiydin. Bir yaz akşamı çarşıya inmeye yeltenmişken birden fikir değiştirir, içine birkaç parça eşya yerleştirdiğin sırt çantanı alır, otobüs terminalinin yolunu tutardın. Akşamları otobüs terminali küçük ve zararsız bir mahşer sahnesine benzerdi. Orada toplanmış bulunan talihsizler, bedenleri bu şehirde olsa da artık bu şehirden kopmuş, daha yolculuğa çıkmadan yurtsuzlaşmış, arafı andıran bir aralıkta öylece beklemeye başlamış olurlardı. Seni genç kızların bulanık bakışlarıyla tanıştıran işte o bir anlık kararlarındı, yüklerinin arasında oturan tedirgin kadınlarla da o günlerde tanıştın. Bazı adamlar bir sigarayı söndürüp bir diğerini yakar, yoklama kaçağına benzeyen bazı delikanlılar kuşkuyla çevrelerini gözden geçirir, yaşlılar hayatlarının son seferine çıkıyormuş gibi ellerini birbirinin içine koyup çaresizce beklerlerdi. Kimdi bu insanlar, nereye gidiyorlardı, neden bu kadar umutsuzdular, hiçbir cevabı yoktu bu soruların. Tıpkı senin niçin o akşam karanlığında o yorgun terminalde bulunduğunun bir cevabı olmadığı gibi. Şehirde gidilebilecek sayısız yer varken, bir peronun başında bekliyordun işte. Oradaydın, çünkü oradaydın…”

“Sen” diye geçirdim içimden, “Bir vakitler, şehirde gidebileceğin pek çok yer varken çantanı alıp terminale gider, üçüncü, beşinci ya da yedinci firmadan birinin bürosuna girip yakın zamanlı bir bilet alır, sonra da peronun başında beklemeye başlardın. Elbette normal biri değildin. Beklerken, sıkça evini, arkanda bıraktığın o alıngan boşluğu düşünürdün. Kapının arkasında öylesine bir kenarda bıraktığın terliklerin yalnızlığı aklını kurcalardı mesela; dağınık masan aklını kurcalardı; muhtemelen şimdi kanepenin bir köşesinde duran televizyon kumandası aklını kurcalardı. Hepsi de senin kader arkadaşlarındı ve tam şu anda, şu içi boşalmış akşamda kederle sahiplerini bekliyorlardı. Bir an onlara geri dönme isteği bile duyardın. Geri dönüp kapıyı aralasan, ışıkları yaksan, terliklerinden başlayarak bütün eşyaların kısa bir nazlanmadan sonra terk edilmenin yasını üzerlerinden atar, bir daha gitmeyesin diye ellerinden geleni yaparlardı. Geri dönmeli miydin? İşte tam o anda bulanık yüzlü kızlar, hep saatlerine bakan yorgun adamlar, denklerinin başında oturan yaşlı kadınlar araya girer, sana hiç bir amacı olmayan yolculuğunu hatırlatır, evinden de evindeki eşyalardan da koparırlardı. Başka bir sebebi daha vardı geri dönmeyişinin: Kenti, o büyük mülkü ardından bırakınca hafiflerdin…”

“Sen” diye geçirdim içimden, “Aslında daha başından beri kenti, yani o büyük mülkü istediğin her an gözden çıkarabileceğini görmek istedin. İçine ondan numuneler tıkıştırabileceğin büyük valizler değil de küçük bir sırt çantasıyla yola koyulmanın sebebi başka ne olabilirdi ki? Birkaç kitap, birkaç çorap, birkaç çamaşır. Ama yine de peronun başında karşı yakadan gelecek otobüsü beklerken tıpkı evin gibi biraz sonra ayrılacağın kenti de düşünürdün; ona da takılırdı aklın. Sayısız meydanı vardı yaşadığın şehrin, iskeleleri ve durakları. Şimdi her bir yeri insan kaynıyordu kuşkusuz; gemiler yanaşıp kalkıyor, belediye otobüsleri yolcularını indirip bindiriyor, ganyan bayilerinde iyi koşmayan atlara ağız dolusu küfürler ediliyor, kokoreç ustaları satırlarla bağırsakları küçük dilimlere ayırıyorlardı. Bu capcanlı hayat, beklemekte olduğun yerde seni sarsardı. Kimse, şu anda aralarından ayrılmakta olduğunun farkında bile değildi; daha şimdiden bütün izlerin silinmişti. Geriye dönsen, o da fark edilmeyecekti. Otobüs perona yanaşırken, bir ayrılığın insana vereceği ders böylece tamamlanmış olurdu: Kendini hatırlatmayı bıraktığında, herkes seni unutmaya hazırdı…”

“Sen” diye geçirdim içimden, “Kendini hatırlatmayı unutunca, herkesin seni unutmaya hazır olduğunu öğrendiğinde çok gençtin. Bir yolculuğa çıkmadan önce evde bıraktığın eşyaların yalnızlığına bile kafanı takar, onlar için üzülürdün. Kentte oturduğun mekânlarda, arkana yaslandığın sandalyelerde, yürüdüğün kaldırımda, selamlaştığın manavda yokluğun boyunca bir şeylerin eksileceğini sanırdın. Oysa döndüğünde görürdün ki yokluğun yüzünden ne bir iş aksamış, ne bir komşu apartman kapısında kala kalmış. Uzak ve ıssız şehirlerde acemileştiğin için, daha birkaç gün önce ayrıldığın şehre yeniden alışman da gerekiyordu üstelik. Dolmuş ücretlerini unutmuş olurdun, otobüs numaralarını sanki onlara ilk kez biniyormuşsun gibi dikkatle gözden geçirirdin. Hatırla! Geri dönüşlerinden birinde, birden büyük bir mezarlık ilişmişti gözüne; artık ölüleri gömecek yer neredeyse kalmamıştı. Uzun, ince servilerin altında ebediyen unutulmuş siyasetçiler, gazeteciler, tüccarlar, bilim adamları, gemi kaptanları, hevesini Azrail’e teslim etmiş genç kızlar, delikanlılar. Henüz yoldan kalmaydın, üstünde mesafelerin tozu vardı. Sanki biri sana ‘hayat nedir?’ diye sormuşta, Cibran’ın ‘Ermiş’indeki El Mustafa gibi, sessizce şöyle demiştin: Hayat, bize kendini unutturanların baktığı penceredir…”