Heredot tarihi

Gecikmiş bir Herodot okurunun, ona umarsız kaldıkları için başkalarına sitem etme hakkı yoktur. İşte şurada, sağ yanımda duran ve sayfalarını bu kez de sizin için açmış bulunduğum kalın kitabı bitireli altı ay oldu zira. Onu neren aldım hatırlamıyorum bile. Kütüphanemde, tarih kitaplarını istiflediğim rafta kaç yıldır kendisiyle ilgilenilmesini bekliyordu. Bazı kitaplar talihlidir, alır almaz hemen okuruz; bazıları hiç okunmaz, ne söyledikleri bilinmeden kütüphanede unutulup giderler; bazıları da muzip Herodot gibi her göz göze geldiğimizde ‘bir başka sefere’ denilerek, ertelenip dururlar. Sonra bir gün, akıllıca hiç bir sebep yokken raftan çıkarıp okumamız tutar o kitabı. Bir yaz günü mesela, yıpranmış bir yalnızlıkla gölgelere taşınırken, bize eşlik etmek onlara düşmüştür. Ölü bir gök altında çantamızı bıkkınlıkla açar, yeni yol arkadaşımızı çıkarıp masanın üzerine koyar, bir süre ilgimizi başka yerlere yoğunlaştırır, nihayet artık yapacak bir işimiz kalmayınca kapağı aralayıveririz. Şimdi sayfalarının şurasına burasına sigara sarısı bulaşmış benim Herodot Tarihi’min kaderi de başka türlü olmadı. Oturduğum yeri beğenmek için kıpırdayıp durdum önce, soğuk bir su içtim, bir çay söyledim ve yaz ritüellerim bitince, ‘bari Herodot okuyayım’ dedim…

İnsan Herodot’u okumaya başlayınca daha ilk cümlede kendisiyle dalga geçiliyormuş hissine kapılır: “Bu, Halikarnassoslu Herodots’un kamuya sunduğu araştırmalar kitabıdır.” Muhatabıyla konuşmaya başlayan bir tarihçi değil de sanki bir doğa bilimcidir. Ama hemen peşinden, büyük sorumluluğunu ifşa eder: “İnsanoğlunun yaptıkları zamanla unutulmasın ve gerek Yunanlıların, gerekse barbarların meydana getirdikleri harikalar bir gün adsız kalmasın, tek amacı(m) budur. Bir de bunlar birbirleriyle neden dövüşürlerdi diye merakta kalınmasın.” Açılmayı bekleyen sayfalarda, merakımızı giderecek pek çok bilgi olduğunu ima eden bu kışkırtıcı girişin özellikle bir kelimesi, Bodrumlu tarihçinin insanları nasıl tasnif ettiğini gösterir: Barbar. Bize anlatacaklarının merkezinde Yunanlılar ile barbarlar arasında yapılan savaşlar vardır. İnsanla insan arasına 2500 yıl önce çizilmiş bu sınır, ne tuhaf, 2500 yıl boyunca hep aynı kalacak; ifade, çağımızda küçük bir değişiklikle Batılılar ve Batılı olmayanlar şeklinde güncellenecek ve tarih, taraflar arasında ‘gelecek kuşakların merak edeceği’ yeni savaşlarla yoluna devam edecektir. Yunanlılar ve barbarlar, henüz İslam’ın da ortada olmadığı bir zamanın kimlik hurufatıdır. Okur, Herodot Tarihi’nin daha ilk paragrafında, nereye ait olduğunu bilir; aidiyet, onun en eski kaderidir. Ve doğal olarak doğulular, barbarların yakasındadır…

Uzun Herodot Tarihi’ni okumayı göze alanlar, sayfalar ilerledikçe ‘Tarihin Babası’nın, girişte bir doğa bilimcisine aitmiş intibaı veren ilk cümle ile, aslında yaptığı işin mahiyetini daha baştan söylemiş olduğunu görürler. Ne yapmıştır, hangi işi görmüştür Herodot? Bütünüyle ‘normal’ kabul edilen Yunan dünyasının dışına çıkmış, barbarların ülkelerini dolaşmış ve pek çok tuhaf geleneği olan o dünyada yaptığı araştırmaları ‘kamu’ya sunmuştur. Kötü niyetli bir tarihçi değildir Herodot; gitmiş, görmüş, gördüklerini kayda geçmiştir o kadar. 19. yüzyılın müsteşriklerini anımsatan ve belki de onların atası olan Herodot, çok erken zamanda ortaya çıkmış bulunan ‘merkezin tarif eden’ gözüdür. Tarif ederken, araştırma konusu olan Mısırlılar, Lidyalılar, Libyalılar ya da İskitler hakkında küçültücü ifadeler kullanmaz. Hatta öylesine tarafsızdır ki Olimpos’tan Yunan coğrafyası dışına tutulmuş bir ayna izlenimi bile verir. Anlatıcı, “çeşitli boylardan oluşmuş Persler”in, niçin akarsuda ellerini yıkamadıklarını ya da Mısırlıların neden keçiye ve tekeye dokunmadıklarını ‘kamu’ya sunarken, ‘garipliklerin fotoğrafçısı’ rolünün dışına çıkmamaya özen gösterir. Onlar zaten barbar olmakla gariplikleri ilan edilmiş insanlardır, Herodot fazladan hiçbir merhametsizliğe yeltenmez…

Herodot Tarihi’ni okuyunca, Halikarnaslı’nın iddia ettiği gibi Perslerin, Babillilerin, Mısırlıların, İskitlerin ve Yunanlıların birbirleriyle neden dövüştüklerine dair pek çok malumat edinmiş oldum. Magları deviren İranlı yedilerin, ülkelerini nasıl yönetmeleri gerektiğine dair tartışmalarına kulak kabarttım. Kâhinlerin olacaklar hakkındaki kehanetlerini dinledim. Akıllı adamların nasihatlerinin hiç dinlenmediğine ama o nasihatlerin çoğunlukla doğru çıktığına tanıklık ettim. Kavimlerin tuhaf adetleri karşısında hayretler içinde kaldım. Kitabı bitirip kapağını kapattığımda artık güz gelmiş, mevsim değişmiş, gölgeler çoktan cılızlaşmıştı. Bir kitabı, kalınca bir kitabı bitirmenin keyfiyle kendime bir çay söyledim ve Herodot’un bile cevabını veremediği o soruyu bir kez daha sordum: Nedir tarih? Karşıdaki televizyonda bir savaşın son dökümü yapılmaktaydı; kanalı değiştirmeye kalksam, bir belgeselde bazı uzak halkların tuhaf adetleriyle karşılaşacaktım; önümdeki gazetede, yönetim biçimimize dair bir manşet göze çarpmaktaydı. ‘Ne kötü bir tekrar’ diye geçirdim içimden…