Hep aynı göç… – Gerçek Hayat

Hep aynı göç…

Ekrana bakarken birden zaman kaydı ve yakınlarda okuduÄŸum Ömer Seyfettin hikâyelerinden birinin içinde buldum kendimi: Beyaz Lale. Beyaz Lale, aslında ‘sahipsiz kalmış’ sivillere yapılan kötülüğün hikâyesidir. Cephe görmüş, esir düşmüş, düşmanın alaycı gülümsemeleri altında ezilmiÅŸ yazarın, Balkanlardaki son yıllarımıza dair baÅŸka hikâyeleri de vardır. Özellikle, bir hikâye olmadığını bildiÄŸimiz günlüklerini okurken yenilginin, geri çekilmenin, çaresizliÄŸin bir an bir mucizeyle bitmesi için dua ederiz. Ancak bir mucize olmaz. Moralsiz asker geri çekilirken, kulağı hep Ä°stanbul’dadır. Bir an önce barış imzalanmasını, yenilginin hukuki bir hal almasını ve rahatça çekilmenin koÅŸullarının oluÅŸmasını arzular. Askerde savaÅŸacak takat kalmamıştır. Türk’ün töresi Balkanlarda bir kez daha tekrar eder: Asker bozguna uÄŸramışsa, millet bozguna uÄŸramış demektir. Bozgun ve göç zaten uzunca bir zamandır iç içe geçmiÅŸ, birbirinin cesedini taşır hale gelmiÅŸtir. Balkan tehciri, tarihin büyük kıyımlarından birine dönüşmüş, Türklere bu büyük yıkımın yasını tutma hakkı bile verilmemiÅŸtir. Daha Kafkas sürgünlerinin yarası her yerde açık dururken, ÅŸimdi onlara Ãœsküplerden, Manastırlardan, Dimetokalardan, Giritlerden gelen yüz binlerce yeni göçmen katılmıştır…

Ömer Seyfettin’in hikâyelerinde göçebilenler deÄŸil, daha çok göçememiÅŸ olanlar anlatılır. GöçememiÅŸ olanların pek çok bahanesi vardır elbette. Kimileri yüz yıllardır yaÅŸadıkları topraklardan kopamamış, kopmak istememiÅŸlerdir; kimileri yüz yıllardır Müslüman olmayan komÅŸularıyla yaÅŸadıkları iyi günlere güvenmiÅŸlerdir; kimileri felaketin geçici olduÄŸunu düşünmüştür; kimileri de erken davranamamış, öylece kalakalmıştır. Ancak akıbet hiçbiri için deÄŸiÅŸmez; hepsi de kendilerine bir kötülük yapmadıkları Rum, Bulgar vb. komÅŸularının aslında nasıl bir canavara dönüşebildiklerine ÅŸahit olurlar. İçlerinden onları hatırlayan, bedenini siper eden birkaç kiÅŸi çıkmıştır elbet; iyilik hiçbir yerde insansız kalmaz. Ama bazen öyle azalır ki iyilik yapmaya çalışan da zulmedenin maÄŸduru haline gelir. Sonunda göçememiÅŸ olanları, insana inancımızı sonsuza kadar sarsacak bir cehennem sahnesinin ortasında görürüz. Bu onları ilk ve son görüşümüzdür; ansızın sahneye sürülmüş, olmadık iÅŸkenceler içinde, iyi bir ölüm talim etmeleri istenmiÅŸ ve iÅŸte oraya yığılıp kalmışlardır. Sahne dolunca temizlenmez bile; hemen mekân deÄŸiÅŸtirilir ve yeni bir sahnede benzer bir vandallık iÅŸbaşı yapar. Ve göç edememiÅŸe yönelen iÅŸkenceyi okudukça-izledikçe, hicretin bazen ne büyük bir kurtuluÅŸ olduÄŸunu anlarız…

Ekrana bakarken zihnim, hızla yüz yıl öncesine gidip gelen bir sarkaca dönüşüyor. Sonra her Türkmen kelimesi geçtiÄŸinde sarkaç daha da açılmaya, birkaç yüz yıl geriye gitmeye baÅŸlıyor. ‘Türkmenlerin büyük vatan görevi hiç bitmiyor’ diye geçiriyorum içimden; Yavuz Sultan Selim, Mısır Seferi dönüşünde onlardan birkaç obayı Golan Tepelerine yerleÅŸtirmiÅŸ ve bir ucu Ãœsküp daÄŸlarından baÅŸlayan Türkmen hattını Mısır sınırına kadar uzatmıştı. Tarihin sayısız anaforuna raÄŸmen bu hat hiç erimedi de. Halen Ãœsküp’te adetlerini yüzlerce yıldır devam ettiren Yörük köyleri bulunuyor, Suriye’dekiler ise beÅŸ yüz yıl sonra geri dönüyorlar. Her toplumun gizli yasaları vardır; kâğıda dökülemeyen, matematiÄŸe vurulamayan ancak bir millet bilgisi olarak zihinlerde taşınan. Golan Tepelerinden Ãœsküp’e uzanan Yörük-Türkmen hattı bizim vatan genetiÄŸimizdir ve aslında bu cephe gerisi halkı geri çekilmedikçe, oranın hâlâ yurt olduÄŸunu biliriz. Ve yine bu halk bizim kültür genetiÄŸimizdir de; hepimizin adına kilimler nakÅŸetmeye, yaylalara çıkmaya, hayvanlarını süslemeye yakın zamana kadar devam ettiler. Bayır Bucaklıların göçü ise yaylaya çıkılan neÅŸeli göçlerden deÄŸil; sayıları az olsa da, bu temiz oba yüzlerce yıllık bir hatırayla birlikte geri dönüyor iÅŸte…

Bayır Bucak Türkmenleriyle ilgili haberleri izlerken, yine bir Ömer Seyfettin hikâyesinin güncellenmekte olduÄŸunu düşünmeden edemiyorum. Biliyorum ki içerilerde, örneÄŸin Halep civarlarında göç etmeye zaman bulamayan Araplar ve Türkler var. Kasabaları, evleri kuÅŸatma altında; her yerden bombalar yağıyor. Son direniÅŸ de kırıldığında, göç edememiÅŸlere yönelen o vahÅŸi ÅŸiddet onların da kapılarına dayanacak. Hiç vakit geçirmeden büyük bir iÅŸkencehane kurulacak; acı çektirme, öldürme tekniklerinin her türlüsü uygulanacak. Bir makine gibi yapacaklar bunu, görevlerinin önemli bir parçası olarak; ne kadar iyi iÅŸkence yaptıklarını gösterecekler birbirlerine. Uzaklarda, baÅŸka ülkelerde olanlar için ÅŸu ‘dünyanın öylesine bir günü’, kuÅŸatılanların kıyameti olacak. O günün içinden ebediyen çıkamayacaklar. Tarih o gün orada, bütün sesleriyle beraber sona erecek. Göç edenlerin çoÄŸu da bir daha o acılı yurda geri dönmeyecek; Balkanlardan, Kafkaslardan gelenlerimize Suriye’den gelenlerimiz de katılacak. Onlar da kendi çocuklarına bir zamanlar nasıl büyülü bir ülkeden çıktıklarını anlatıp duracaklar; büyük göç hikâyemize yeni hikâyeler eklenecek. KaybedilmiÅŸ ülkelerin hatırlandığı bu masal evine biz Anadolu diyoruz zaten. Bu onun bereketidir…