Londra’nın ilk Müslüman kimlikli belediye başkanı, birkaç türlü tepkiyle karşılandı ülkemizde. İkinci Obama vakası olduğu yazıldı. Koloni geçmişin saraya kadar sızan esmer simaları hatırlandı. Kimileri Müslüman kökenli bir kişinin belediye başkanı seçilebilmesini Batı medeniyetine özgü çoğulculuğun bir göstergesi olarak yorumladı. Koloni sahipliğinin sağladığı güç hesaba katılmadıkça “Neden Müslüman ülkeler hep fakir?” sorusuna layıkıyla cevap verilemez. Dokumacılık alanında teknoloji avantajına sahip olmak için on binlerce geleneksel dokuma ustasının elini kolunu kestirmekte tereddüt etmeyen “beyaz efendiler”in yaptığı, olağan medeniyet kazası mıdır? Sahi, Marx da Hindistan’ın medenileşmesi için emperyal müdahaleyi onaylamıştı.
Fakat koloni acıları tarihin derinliklerine gömülüp kalmıyor. Her zaman “kara” bir gölge vardı, sömürünün sağladığı konforlu hayatların servis alanlarında. Hint metin eleştirmeni ve kuramcı Gayatri Spivak bu acıların toplumsal benlikte açtığı yaraları “tabi” konumu bağlamında irdeledi. Tabi konuşmaz, bir sesi yoktur, teni ise herhalde esmerdir. Önce İngiliz romancıların metinlerinde göründü, tabi konumunda tutulmak istenen esmer ve uyumsuz kişi. Bronte Kardeşlerin romanlarında belirsiz uzak bir diyardan gelen kuşkulu karakter uğursuz bir gelişmeyi haber verecek şekilde ortalıkta dolaşır veya tavan arasında kapalı tutulur. Earnshaw çiftliğine getirilen yoksul, sahipsiz çocuk Heathcliff aslında nereli? Çiftlik sahibinin kızı Catherine ile paylaştıkları tutkunun ağır bir suçmuş gibi damgalanmasının sebebi bu belirsiz geçmiş değil midir?
Uğultulu Tepeler’in Heathcliff’i 19. Yüzyılın ikinci yarısında intikam peşinde bir tekinsiz kişi olarak kendini tanıttı edebiyat dünyasına! İyi de bu kin, bu intikam beklentisi niye?
Aşağı yukarı aynı zaman diliminde Jane Eyre’in karizmatik kahramanı Edward Rochester hasbelkader evlenmiş olduğu Jamaikalı “deli kadın” Bertha Mason’u tavan arasında bir odaya kapatarak Jane ile kendine yeni mutlu bir gelecek kurmak istedi. Bertha bir “kreol”dur; yani Batı Hindistan’da doğmuş bir Avrupalı. “…Sömürgecinin toplumsal misyonunun yüceltilmesi için kendini kurban eden sömürge öznesinin inşası”ndan söz ediyor Spivak. Chorlette Bronte’nin kurgusunda Bertha evi ateşe verip kendini öldüren deli kadın rolünü oynamalıydı ki Jane Eyre İngiliz romanının feminist ferdiyetçi kadın kahramanı olabilsin. “Kreol”un benliği bu denli yaralıyken sahici yerli kim bilir neler yaşadı?
Çoğu zaman postkolonyalist edebiyat, şimdiki zamanı ve geleceği tehdit eden zulümleri çözümlemeye yardımcı olacak bir alfabeyle sunuyormuş gibi düşünülür. Postkolonyal edebiyat eleştirilerinin de yolu bir yerde Heathcliff’e çıkar.
Siyaseti de kavrayan bir imgedir dolaşımda olan: Kindar ve acıması olmayan esmer Heathcliff, 2007-2010 yılları arasında Britanya Başbakanı olan Brown’ın da kendini benzetmeye çalıştığı karakter… Sürekli dönen, dönmesi beklenen kin ve öfkenin temsilcisi, intikam almaya doymayan bir antikahraman Heathcliff. Servetlere kaynaklık eden toprakların yetim yoksul çocuğu var arka planında. Cezayir veya Martinik, Hindistan veya Güney Afrika; her tarafta biriken âhlar, oluşturduğu tsunami dalgalarının itmesiyle sınırları aşarak medeni âlemin kıyılarına vuruyor.
Heathcliff karakteriyle aynı zaman aralıklarında (1924-1985) yaşayan oğul Dumas, babasının ataları soyunda yer alan Haitili bir kadından intikal eden koyu rengi nedeniyle okul yıllarında ve edebiyat ortamlarında küçümsemelere maruz kalırmış. Ne idüğü belirsiz “Çingene gibi esmer” yabancı, Avrupa edebiyatı ve sinemasında kurulu düzeni bozmaya hazırlanan teröre teşne koloni yerlisinin arka planını hazırlar. Paris açısından Cezayir, banliyölerindeki potansiyel terör tehdidinin adresi. Biri bir gün biriktirdiği faturalarla çıkıp gelecek, ama ne zaman… Onu ilk bakışta görünüşü üzerinden seçemeyebilir gümrük memuru, o yüzden tedbirler artırılıyor, sınırlar derinleştiriliyor. Ve zaten sahih bir tanımadan yola çıkmayan her türlü tanımlama bir tahrife açıklık kadar sınırlama tehdidi de taşır.
Jane Eyre’de tavan arasında kilitli tutulan Bertha gibi bir kreol olan Dominikli yazar Jean Rhys, “Engin Sargossa Denizi” başlıklı romanında tutuklu kadının başına gelenlerin izini sürmeyi denedi. “Deli Bertha” nasıl oldu da yitirdi aklını, roman bunu okuyucuya anlatmayı amaçlıyor. “Kreol” ada kültürüyle, insanı –hele ki kadınları- katı kuralların cenderesine alarak yaşamaktan başka doğru bir hayat tanımayan sınıfçı İngiliz kültürü arasındaki gerilim bu kadar çarpıcı bir örnek üzerinden anlatılabilirdi! Kuşkusuz kadın ve erkeğe yüklenilen roller arasındaki uçurum bir hayli dehşetlidir ve gotik roman daha geniş kapsamlı bir dehşeti cinsler arası uçurum üzerinden konu edinir. İlk yazım tarihi 1697 olan Mavi Sakal da kapatma yoluyla düzenini koruyan bir Avrupalı (Fransız) kralın masalıdır. Kapatılan bazen bir kadındır bazen de “kreol”.
Daha yumuşak mı yorumlamalı olup biteni? Öyle ya, köprülerin altından çok sular aktı. Londra’nın Pakistan asıllı bir uyruğunu Belediye Başkanı olarak kabulü, bir medeniyet olgunlaşması mıdır yoksa artık görmezden gelemeyecek bir tehdide karşı çözüm arayışının akla gelen ilk tedbirlerinden biri mi… Heathcliff sürekli yola çıkıyor hiç yaşamadığı topraklara doğru, ne de olsa benliğinin bir kısmı oraların zenginliğinin harcı kılındı. Kapıdan kovulsa bile bacadan ve bazen zenginleşmiş olarak geri dönmenin yolunu buluyor. Gelgelelim kolonyalist ret yöntemleri de aynı ölçüde fütursuz. Dalay Lama’yı bile hijyenik Avrupa medeniyetini mülteci akınına karşı korumaya sevk eden kültür emperyalizmi de cabası.
Siyaset giderek pazarlıkçı bir üslubu derebeyi diliyle terennüme başladı süren mülteci akını karşısında. Çalınan ekmeği peşinde ve canı burnunda bir halde müreffeh bir sahile ulaşmaya çalışan mülteci için sanat ve edebiyat daha fazla çaba göstermek zorunda.