Hayat tarzına “dokunma özgürlüğüme” dokunma!

Nihai bir hesaplaşma olana kadar hiç bitmeyecek bir tartışma bu hayat tarzı meselesi…
“Hayat tarzıma dokunma” isteği altı boş, gereksiz ve pek çok kesim için son derece konformist bir tartışma alanı…
Hayat tarzı kavramı kadar belirsiz, muğlak, gri tonlarla dolu pek az retorik var…
Bu tartışmayı başlatanlar tam olarak neyi kast ediyorlar belli aslında ama niyetlerini apaçık ortaya koyamıyorlar…
“Üzerimizde baskı var, özgür değiliz” diyor birileri…
Neden?
“Tayyip Erdoğan’ın söylemleri beni dışlıyor…”
“Düşüncelerimizi ifade edince hapis tehlikesi var…”
“Özgürce eleştiremiyorum…”
“İnsan hakları ve demokrasi yok…”
“Toplantı ve gösteri hakkı yok…”
Daha spesifik anlat dediğinizde de, “içkiye”, “etek boyuna”, “kılık kıyafete”, “türbanın daha görünür olmasına” değin pek çok kelime peş peşe sıralanabilir….
Şöyle temel bir sorunun cevabı ortalarda hiç dolaşmaz; “Mevcut iktidar gelmeden önce yaptığınız ama bu iktidar geldikten sonra anayasa maddesi, kanun, yönetmelik vb. resmi devlet uygulamaları nedeniyle yapamadığınız bir örnek verin” dediğinizde….
Kösssss….
Tısssss…..
Ehemmmm……
Hımmmmmmm….
“Devlet, genel ahlak kâidelerine ve kamu düzenine aykırı olmadığı müddetçe senin herhangi bir hayat tarzına müdahale edeci bir kısıtlama getirdiyse, beraber mücadele edelim” diyorsunuz, önünüze müşahhas ve net bir bilgi konmuyor….
Sonra yine yukarıdaki yuvarlak, her tür yoruma açık, içi istenildiği gibi doldurulabilen klasik cümlelere yolculuk…
Tam bir kısır döngü….
Pek gerçekte olan ne?
Gerçekte olan ve istenen şey bambaşka…
Kendisini bu ülkenin kurucu sınıfı olarak kabul eden dar bir kesim, kendi hayat tarzına müdahaleden çok diğer kesimlerin hayat tarzlarına müdahale edememeninin büyük sıkıntısını yaşıyor…
İstiyor ki, kendi bulunduğu muhitte kendinden başka kimse olmasın…
İstiyor ki, istediği gibi küfretsin, hakaret etsin, aşağılasın ama kimse ona dokunmasın…
İstiyor ki, istediği gibi yaksın, yıksın, kırsın, döksün ama kimse müdahale etmesin…
İstiyor ki, ülkenin kurallarını kendi belirlesin ve kalan herkes bu kurallara icbar edilsin…
İstiyor ki, toplum mühendisliği yapma özgürlüğü geri gelsin. Yargıyla, yürütmeyle o da yetmezse askeriye ile eskiden olduğu gibi topluma çeki düzen versin, hizaya soksun…
İstiyor ki, kimin ne içtiğine, kimin ne giydiğine, kimin çocuğunu nasıl yetiştireceğine kendisi karar versin, kalan marabalar buna uysun…
İstiyor ki, kimin hangi mekanda bulunacağına, kimin nerede tatil yapacağına, devletin hangi kurumlarında kimleri olacağına, kimlerin ticari hayatta yol alması gerektiğine yine kendisi karar versin….
İstiyor ki, ali kıran baş kesen devirleri geri gelsin, kendisinin doğruları bu ülkede devlet politikası olarak yaşasın, siyasi iktidarlar sandıkta değişse bile devletin kılcal damalarında kendi ideolojisi ile yaşamayı sürdürsün…
İstiyor ki, elinden çoktan kayıp gitmiş siyasi güce karşın yavaş yavaş kaybetmekte olduğu ticaret, eğitim ve kültür sanat dünyasındaki hakimiyeti sürsün, onun belirlediği ilkeler doğrultusunda kitleler yönlendirilsin…
Kimin ünlü olacağına, kimin toplumun önüne rol model olarak konulacağına, kimin sanatçı-yazar-düşünür olarak tanımlanacağına ve toplumda kabullenileceğine kendi karar versin…
Yani aslında demek istiyor ki; “Senin yaşam tarzına dokunma özgürlüğüme (!) dokunma”…
Hani diyorlar ya,” özgürlüklerimiz elimizden alındı”, oysa onlar “başkalarının hayatına müdahale edebilme özgürlükleri” (!) ellerinden alındığı için bu kadar bağırıyorlar…
Mine Kırıkkanat gibileri, pek çoklarının kafasındaki “rövanşist” duygulara tercüman olurken, Yılmaz Özdil tüm olan biteni “bir kadeh içkiye” indirgeyerek simgesel bir basitliğe vurgu yapıyor…
Her ikisi de özünde, “ne yaparsan yap ama bizim icazetimizle, bizim iznimizle ve bizim çizdiğimiz sınırlar içinde yap” diyorlar…
Nitekim, Türkan Saylan, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı sıfatı ile bu arzuyu “bu ülkede bizim istemediğimiz hiç bir şey olmaz” diye gayet açık bir biçimde dile getirmişti…
Şarkılarında “Allah”, “rab”, “kader” geçen halkın sanatçılarını sadece yılbaşı saatinde ekrana mahkum edenlerin, bugün “Diriliş”, “Payitaht Abdülhamit” yayınlayan TRT mantığını kabul etmeleri mümkün değil…
Oysa “Kızıl Sultan” diye ne güzel sövüyorlardı eski güzel zamanlarda!…
Mahallemizin romantiklerine kötü haberim var; bu kafayla uzlaşılmaz….
Bu kafa yenilgi ya da galibiyet ve nihayetinde teslimiyetten anlar, uzlaşmaktan değil…
Kur’an’da yaratıcımız ne güzel buyuruyor, “Sen onlardan olmadıkça seni kabul etmezler…”
Biz ne kadar uzlaşalım desek de onlar bizi kabul etmediler, etmeyecekler…
Çünkü onlar bizi hala kendileri ile eşit haklara sahip bireyler olarak görmüyorlar…
Değil mi ki içki içiyor, dans ediyor, senfoni dinliyor; o üstün insan, çağdaş kesim, akıllı olan taraf…
Üstünün, akıllının ve çağdaşın hukukunun herkesten daha yukarıda olması gerekir…
Vatandaş dururken halkın sözü de ne ola ki!…
Hiçbir çağdaş, laik, aydınlanmacı bir CHP’linin oyu ile yobaz, gerici, skolastik bir AK Partilinin oyu eşit olur mu?..