29 Mayıs denilince ilk aklıma gelen, İstanbul’un Fethi ve Hasan Sürel olur.
Anadolu’nun fedakâr ve görünmez kahramanlarından birisidir Manisalı Hasan Sürel.
Dedesi Sultan Fatih’in, İstanbul’u Fethi’nin yıldönümünde anma merasimlerinin düzenlendiği Konya’ya arkadaşlarıyla koşup gelmiş…
Anadolu’nun diğer yörelerinden gelen on binler gibi…
1978 Mayıs ayının 29’unda, Konya tarihi günlerinden birini daha yaşıyor…
Bu vatanın evlatları, dedeleri Sultan Fatih ve Ulubatlı Hasan’ları anmaya gelmişler.
CHP zihniyeti iktidarı, Osmanlı’nın torunlarının, dedelerini anmasından rahatsız olmuş; üzerlerine, kinini kusmak için asker ve polisleri saldırtarak, Mevlana Türbesi ve Selimiye Camii önünde, namaz kılanların üzerine ateş açtırıyor… Hasan Sürel, açılan ateş sonunda şehadet şerbetini içiyor.
Ertesi günü, aynı mahalde kılınan cenaze namazını müteakip, memleketi Manisa’ya gönderilir Hasan Sürel’in naşı…
Hâdiseyi yaşayanlardan Bekir Tuncer, dönemin gür sesi Şura Gazetesi’nde Hasan Sürel’in şehadetini, şöyle dile getiriyordu:
“Hatırlıyor musun Selimiye’m?
29 Mayıs Pazartesi günüydü, Konya’da hayat başlamamıştı. Daha hiçbir dükkânın kepengi kalkmamış, bir anahtar sesi işitilmemişti. Otobüs seslerinden, insan gölgelerinden başka bir şey göze batmıyordu. Bu insan gölgelerinin, otobüs seslerinin derdi neydi de, karanlıkta Konya’da fır fır dönüyorlardı? Kimdi bunlar, niçin gelmişlerdi? Her insan gibi, niçin araziye uymuyorlar, uykularını rahatlarını terk ediyorlardı?
Müezzinler ‘Allah-ü Ekber’ demeden, etrafını yüzlerce kişi sarmış. Şadırvanında abdest alıyorlar, Mevlana Efendimiz’in yüzü suyu hürmetine; Allah’a el açıyorlar, hayranlıkla, kapalı türbenin etrafında dönüyorlardı. Bu arada sana da baktıkça, atalarımız Osmanlılar’ın haşmetini, kuvvetini, adetlerini ve sefere akın eden nal seslerini; kalplerinin, kulaklarının dibinde işitiyor, hissediyorlardı. Sanki, hepsinin de kalpleri aynı anda atıyordu. Göğüsleri aynı anda iniyor, aynı anda kalkıyor, düşündükleri dahi birbirinin aynıydı. İnançları, yöneldikleri Mâbud, Efendileri… Her şeyi…
Minarelerden yükselen ‘Hayyaal el-Felâh’ sesleri, kuvvetlenip kayboluyor, kalplere sindirilirken; bu yabancılar, akın akın sana geliyorlar. Senin kubben altında, Allah’a secde için acele ediyorlardı. Aslında, yabancı demem doğru değildi. Onlar İstanbul’da Süleymaniye, Fatih’te Nuruosmaniye, Edirne’de Selimiye ağabeylerinin, Bursa’da Yeşil Camii kardeşinin, çok yakından tanıdığı kimselerdi. Beş vakit birbirleri ile kucaklaşırken, onlar sana yabancı olmazdı.
Sen, böyle müstesna günler hariç, avluya, çimenlere kadar daha hiç dolmamıştın. Biliyordum, onun için de üzgündün. Gözlerin solgun, yüzün buruşuktu. Fakat o gün sabah, susuzluktan çatlak çatlak olan toprağa, âb-ı hayat gelince toprak nasıl yeşerir, kabarırsa; sen de o gün öyle yeşermiştin.
İslam’ı omuzlayanlar gittikçe çoğalıyorlar, doluyor, boşalıyor asla tükenmiyordu.
Farketmiştim o gün senin de bayramındı. Şadırvanın kurnaları kâfi gelmemişti. Kalabalık, tâ Aziziye, Kapı, İplikçi, Alaaddin’e kadar taşmıştı. Hatırlıyorsun değil mi 29 Mayıs’ı, ordusunu, gençliğini…
Allah’ın huzurundan ve senin bağrından dağılan bu tevhid ordusu, bölük bölük ayrıldı. Şems-i Tebrizi’yi, Saadeddin Konyevî’yi ve Üçler mezarlığında yatan, sayısız Müslümanları ziyaret etmişlerdi. Güneşin doğmasıyla, dalga dalga olmuşlardı. Trafik bile zorlu dakikalar geçirmiş, arasıra tıkanmıştı. Zira kaldırılmarın da almadığı, ani ziyaretçiler, caddelerde yürümek zorunda kalmışlardı.
Sonra, evet sonra? Nalçacı Caddesi’nde bayraklaşıverdi.
Sen görmedin Nalçacı’yı. Ah, bir görmeliydin. Ama belki de tahmin etmişsindir. Nalçacı, imanlı adamların gür sesleriyle; yerinden oynadı desem, yalan söylemiş olmam herhalde. Fatih hayranı, şuurlu, azimli gençlik; Fetih, Fatih’in mânasını bir daha anlatmıştı. Sözleşme zamanının bitmesiyle, ikindi namazı için, tekrar sana ve Mevlâna’ya geliyorlardı.
Senede bir, belki on senede bir Mevlâna’yı ziyaret edecekler, ruhuna bir Fatiha hediye edeceklerdi. Fakat bu hediyeyi ve ziyareti; küfrün kuklası, lâik denen müşrik düzenin oyuncakları, onlara çok görmüştü. Heyecanlı ve tatlı sohbet başlamazdan önce bile, sinirlerinden çatlıyorlar, ne yapacaklarını bilemiyorlar, kinlerinden ifrit oluyorlardı. Toplantı dağılmıştı. Bin arşın ilerlemeden, üzerlerine joplarıyla saldırdılar, taşıtları sürdüler, canavar düdüğü çaldılar. Durur muydu o gençlik… Bend tutar mıydı o sel.. Yürüdüler..
Selimiye’m ikindi ezanı ile birlikte, senin etrafında Allah’a yönelen bu gençlik, su-i kastla karşılaşmıştı. Hatırlıyorsun değil mi? Sis bombaları, tabancalar, makinalılar, joplar, Allah yolundaki gençliğe karşı konuşmuştu. Daha doğrusu kusmuştu. Nasıl kusmasın, nasıl mermiler, fidan fidan yeşeren, dal dal büyüyen, halka halka genişleyen Milli Gençliğe yönelmesindi? Emir büyük baştan geliyordu.
Hasan… Manisa’lı Hasan da vardı. Hem de kollarını sıvamış ceketini çıkarmıştı Selimiye’m. Güneyindeki çeşmende, abdest alacaktı. ‘Bismillah’ demeden, içli bir ‘Ah’ çekti. ‘Allah’ dedi. Çayırların üzerine yuvarlandı. Kıvrandı. Kelime-i Şehadet getirdi. Ve gözlerini kıyamete dek, bir daha açmamak üzere kapadı. Tatlı bir tebessümle… Erişilmez mertebe ile..
Şehidlik…
Hasan, ata yadigârı yurdumuzun, dört bir bucağından akıp gelen ve Konya’da denizleşen çağlayanlar gibi, Manisa’dan çıkıp gelmişti. Ne bilebilirdi ki, Türk polisi tarafından, üstelik kafa kâğıdında ‘Müslüman’ yazılı emniyet teşkilâtı tarafından, hayatının noktalanacağını.
O sadece ve sadece bayram için, ‘Fetih Bayramı’ için gelmişti. Diğer kentli, köylü gönüldaşları ile kucaklaşmak, tanışmak için gelmişti. Konya, Kore değildi. Kıbrıs da değildi, düşmanın kurşunlarına hedef olacak. Konya veliler, evliya, Mevlâna’lar diyarı idi. Orada insan ancak huzura kavuşabilirdi. Seliymiye’m Hasan da huzura kavuştu. Mânevi huzura, saadete, sukunete ŞEHİDLİK mertebesi ile.”
Allah Rahmet eyleye!