Hatırlamanın, hatırı gözetmenin yönetmeni

Sinema, bir endüstri aracı olarak çalıştıkça sanatla ilişkisini yitirmeye devam ediyor. Marguerite Duras yarım asır kadar önce Yeşil Gözler’de şöyle yazmış: “Sinema yapmak, kapitalist sinema tüketicisi rolünden sıyrılmak, bunun dışına çıkmak, cehennemi andıran bu bildik tüketim çemberini adeta göz göre göre tamamlayan, artık refleks halini almış olan bu tüketimden yakamızı kurtarmak demektir. Böyle yapmakla suçlamış oluruz.”

Başka türlü bir sinema gerçekleştirmek ne büyük bir fedakarlık istiyor!  Söz konusu olan duyumlarımızın körelmesine, hatırlama yeteneğimizin tükenmesine karşı çıkacak, ancak aşkla mümkün bir faaliyet.

Yusuf Üçlemesi’ni çeşitli aralıklarla izlerken her seferinde Füsusu’l Hikem’den ve İsmail Raci Faruki’nin Tevhid’inden cümlelerin gözlerimin önünde canlandığını hissettim. Seyirci olarak zihniniz filmler arasında mekik dokurken hikaye yeni bir aşamaya sıçrıyor bilincinizde. Katmanlar, hikayeyi dağıtsa bile gözden kaybolacak hale getirmiyor.

Meram açısından aşılması gereken ne çok mesafeyi kat etmiş Yusuf Üçlemesi!

Semih Kaplanoğlu Sineması, hatırlamanın,  hatırda tutmanın, hatır gözetmenin sinemasıdır. Yusuf Üçlemesi’nin ilk filmi olan Yumurta (2007) üçlemenin kahramanı Yusuf’un 40’lı yaşlarını, Süt ise delikanlılık çağını konu alıyor. Bal’da Yusuf’un çocukluğuna odaklanıyor film. Varlığımızın kökenine doğru giderken en belirleyici safhanın sona bırakılmış olması, güçlü bir tasarımla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Sadece bu üçlü üzerinden konuştuğumuz zaman bile, sanat sinemasına özgü çok katmanlı inşanın bir hayli başarılı örnekleri çıkıyor karşımıza.  Standart konuşmaların baskısı, Yusuf’un içine düştüğü kuyudur sanki. Çocuğun sınıfta öğretmenin istediği metni okumak isterken kekelemeye başlaması, sadece babasıyla konuşabilir hale gelmesi üzerine sayfalarca yazılabilir. Öyle değil böyle olacaksın, onu değil bunu oku… Rekabet, yarış, herkesi aynı potada eriten bir sürat… Akla Dersu Uzala’yı ormana çağıran sebepler geliyor.

Tabiatı süzen ışığın söylemeye çalıştığı bir şey var: Bizi unuttuğumuzu sandığımız masumiyet çağının sahnelerini hatırlamaya çağıran, dahası bir hatırlatma coşkusuna yol açan renkler nasıl ortaya çıkıyor? “Bilmem, içimden geldi” dermiş ya Erol Akyavaş…

Yumurta;  haneler dağılsa, evler yıkılsa bile orada her zaman mevcut olmaya devam edecek aile ocağı. Filmin girişinde kasabanın sisli yeşil uzamını adımlayarak bütün varlığıyla oğlunu çağıran annenin bakışlarındaki kaybolmuşluk hali, sılanın üzerimizdeki gücünü yansıtıyor. Filmin giriş sahnesi sinemanın benliğimizi nasıl silkelediği, zorlu da olsa nasıl bir durulanma için hatırlamaya sevk ettiğini görmek açısından çok başarılı. Nerede olursak olalım, layıkıyla hatırlamayı başaramadığımız sürece sıla borcuyla titreyecek sesimiz. Edebiyatın da siyasetin de peşinde olduğu selamın yokluğunda bütün çabalar –iyi niyetler bile- bir yalana dönüşüyor. “Dönebileceğim bir yere sahip olsaydım, bildiğim bütün kelimeleri unutmaya hazır olurdum” diyor şarkı.  O neşe yitimine yol açan gariplik hissini nereye kadar taşıyabilir yüreğimiz? Yusuf Üçlemesi için çok yazı yazıldı, yorumlar yapıldı. Daha fazlası elbette söylenebilir. Saf olanla helal arasındaki tabii bağın araştırılmasından da söz edilebilir. Bu macerada bir başlangıç ve son yok, Yakup ve Yusuf’un hikayesi sürekli tekrarlanıyor; üçlemenin bazen iç içe geçerek ilerleyen zamanını böyle anlamak gerekir. Şefkatli ve anlayışlı bir tempoyla unutmanın afetlerine karşı uyarılıyoruz, yeryüzü ayetleriyle. Yumurta, Süt ve Bal, fıtrata uygun olanın şifasına ilişkin temsiller.

Bal’ın sahnelerinde gezinen yılanlar, –Süt’te de olduğu gibi-  bilinç karmaşasının zorlu ve öngörülemez safhalarını mı yansıtıyor… Hiç değişmeyecek gibi gelenin içinde fırtınalar kopuyor.

Üçlü içinde ritmi seyirciyi en çok zorlayanı, Yusuf’un delikanlılık çağına yoğunlaşan “Süt.”  Varlığımızı besleyen nimetlerin kaynağını hatırlatan güçlü bir metafor süt; ancak işte, sadece metafor değil, bütün yalınlığıyla ve somut olarak umudunu en fazla yitirmiş bilinçlerde bile sancılı yeniden doğuşlara sebep olabilecek açıklıkta bir şükür vesilesi.  Filmde süt metafor olarak, ancak anne varlığından zamanında ve kararında bir kopuşla kendi kendimizi yeniden doğurabileceğimizi anlatıyor, genç şair Yusuf’un tecrübesinde. Kopmadaki güçlükler, kabulü zorlayan sebepler, ağrılı bir yeniden doğuş demek. Bir taraftan olağanüstü güçlü bağlar, taşra uzamında yer bulamayan mısralar yüzünden çözülmeye uğruyor. Genç adamın odasında bulunan Dostoyevski resmi, görünürde bir sükuneti korumanın bile artık ne kadar zor olacağını bildiriyor gibidir. Sanki şöyle söylemektedir hal ve gidişat, kelimelerini içine gömen bir Dosteyevski kahramanı telaşıyla: “Bırakın beni, her şey yanıyor olabilir, en acil problemin peşinde gitmem gerek.”

En acil problem, en hayati mesele… Kaplanoğlu filmlerini önemli kılan, bütün bir hayata yayılan varoluşsal bir kaygı. Hayat sınavının inişleri çıkışları olabilir, ama bakalım istikametimiz nasıl…

Fazlalıkları yük etmekten uzak duruyor Süt. Endüstri grisi, mecbur edilenin ve sanki yeniden cennetten düşüşün temsili. “Gurbete düşüşün hikayesi”ni anlattığını dile getiriyordu Kaplanoğlu, Süt üzerine bir söyleşisinde. “Sılaya giderken yaşanan saflaşma.” Aklıma Şeriati’nin “Hubut”taki tabiri geliyor: “Kara mucize.” Yeryüzünü “kara mucize” olmaktan kurtaran bizim hayat bağışını üstlenmedeki içtenliğimiz olmalı. “Sorumlu olup da inşa etme sorumluluğunu üzerine alan kimsenin yıkıcılığı öğretmemesi gerekmez mi?

Masumiyetimizi oluşturan sebepler, dünyayı kendi yurdumuz gibi bilmemizi sağlıyordu. O esneklik hali, giderek, temellük etme hırsıyla nasıl da yitiriliyor! Dünya Yusuf’un önünde bir ayetler bahçesi halinde uzanmıyor muydu? Okuma araçları çoğaldıkça daha doğru hatırlamayı gerçekleştiriyor değiliz.

Ve elbette hatır. Hatırlamayı unutmaya kendini terk edenin hatır gözetmesi de beklenemez.  Ana akım sinemaya hakim olan özdeşleşmeyi sağlama yönteminin en yaygın tesiri, seyircinin perdedeki görüntülere kendini kaptırarak yaşadığı unutma hali. Ana akım sinema seyircinin bu temayülüne göre oluşturuyor temalarını. Neredeyse ortaklaşa bir coşkuyla gerçekleştirilen unutma şenliğinin sonucunda bir kez daha yatıştırılmış olur yüreği kanatan varoluşsal sorular.

Endüstri olarak sinema karşısında kahramanca direnişler, ancak Yusuf Üçlemesi’nde olduğu gibi kameranın gözünün özne-nesne ayrımını ortadan kaldıran üst varlıksal katlara yolculuğun imkanlarını gösteren filmlerle mümkün olabilir.

“İyi yönetmen seyircisinin unutmasını istemez; seyircisinin hatırlaması için bir gayret içindedir” diye vurguluyor Murat Pay, “Gölge Oyunu Karagöz ve Sinema” başlıklı doktora tezinde. Kaplanoğlu unutma sebeplerini yücelterek kitlelerin ömründen çalan sihirbazlar karşısında hatırlama sebeplerinde ısrar eden bir yönetmen. Kurosawa da öyle, Mecidi de…

Kısa bir yazıda bir yönetmenin yıllarına mal olmuş filmleri layıkıyla yorumlamak hiç kolay değil. Kaplanoğlu Sineması seyircisini bir o taraftan bir bu taraftan bakarak sürekli yoruma çağırıyor ve anlaşılır gibi olan her merhalede başka bir ihtimale de açılıyor anlam.  Temsillerin katmanlı yapıda birbirini bütünleyerek bilinci asıl temsili keşfe seferber etmesi, katılımcı bir sinemaya özgü bir yetenek.