Hat ve inşaat

Çevre düzenlemesi, şehircilik ve mimarlık üzerine yıllardır sürdürdüğüm bazı eleştiriler var. Mahalle merkezli dokuyu korumayı, öncelikli bir amaç olarak benimsiyorum. Geniş aile bağlarını korumaya yardım eden mekân tasarımlarının önemini vurguluyorum hep. İhtiyacımız olan, ayrışma ve yalıtıma, arınık hayatlara götüren birimler yerine, kaynaşma esasına dayalı bir kentsel dönüşüm. Şehirlerin asli karakterini göz önünde tutan incelikli kurallara saygı, bir medeniyete özgü değerlerin faal olup olmadığıyla ilgili göstergeler arasında ilk sıralarda yer alır zaten.
Şehirciliğe öncelikle estetik zaaf açısından bakmıyorum. Bana göre estetik, etikten ayrılmaz bir değerdir. İhtiyaçların  iyilikle doğru dürüst karşılanması estetik seviyeyi belirler. Bunun sünnetullahtaki bir karşılığı “haddi aşmama” uyarısı olmalı.

TOKİ’ye ilk eleştirim de estetik değil ihtiyaçlar planında: Projelerinde yaşlılar hesaba katılmıyor. Engelliler eskiden hiç olmadığı kadar görülüyor, ancak bu görüş açısının daha da genişlemesi gerek. Manzaranın gaspı ve gerekli mesafelerin istismarı, yürekleri daraltıyor. Mekânın sebep olduğu yabancılık hissi son tahlilde estetik yozlaşmadan bağımsız değerlendirilemez. Estetik alanında eleştiriler ise kalabalıkların şehirde tutunma ve insan yerine konulma ihtiyacını fark etmediği ölçüde estetizme saplanıyor.

Bu soru inşaat firmalarının değilse de şehir planlamalarının umurunda olmalı: Şehir, yeteri kadar esnemeye izin verecek boş alandan mahrum kaldığında, havası fazlasıyla gerilmez mi? Boşlukları vara yoğa binayla doldurulan şehir daha katı, kuşkucu, güvensiz kılıyor sakinini. “Sakin” demek de adetten, sürekli tetikte durmayı gerektiren bir şehir akışında bir adresten diğerine ulaşmanın mücadelesini verirken dinginliğini korumak bir hayal. Muaşeretimiz ilişkilerimizi taşıyamıyor veya tersi oluyor. Sorun aslında göç sebepleri üzerine düşünüp çözüm aramayı gerektiriyor, ama bunu da kimse göze almadığından, bir yandan etrafına doğru genişliyor şehir, bir yandan içine doğru daralıyor. Çevre bağlantılarını ihmal eden, Manhattan veya Chicago’dan –sırf yükseklik itibarıyla- kesilip D-100 kenarına yapıştırılan gökdelenlerin gökyüzünü gaspı ve sebep olduğu çevre bağlantısı tıkanması üzerine düşünmek için daha ne kadar gecikebiliriz?

Ağustos 2014’te İstanbul’da Stüdyo X tarafından “Bitmeyen Sınırlar: Barınak, Kamp, Şehir ve Devlet” başlıklı atölye çalışmaları dizisi düzenlenmişti. Bu dizi kapsamında konuşan Lilet Breddels’in çizdiği “kurtuluş haritası”, Cansever’in sıklıkla vurguladığı şehir özelliklerini hatırlatıyor: Güven, süreklilik, sivil hayatı destekleyen bir kamusallık, aidiyet hissini güçlendiren bir işbirliği, yerel halkın istihdamı, yerel halka, şehre ve kamusal hayatlara uygunluğun ortaya koyduğu tevazu, güvenlik ve zaman…

Breddels, Amsterdam’da faaliyet gösteren bir mimarlık tarihçisi. Hep eleştirdiğimiz Batı, oturmuş dokuyu koruma ve yeni projeler konusunda kılı kırk yarıyor. Yukarıda sözünü ettiğim atölye çalışmalarını düzenleyen Stüdyo X, Columbia Üniversitesi’nin İstanbul’da açtığı bir “şehir laboratuvarı.” Bizlerin değil uzak bir belde de kendi muhitimizde bu şekilde şehir üzerine düşünüp tartışmayı sağlayan kaç “laboratuvar”ı var acaba?

Breddels’in şehrin hayatiyeti için gerekli bulduğu niteliklerden sadece biri olan “tevazu” üzerine ne kadar konuşsak az. İstanbul örneği üzerinden konuşuyoruz genellikle, fakat şehrin karakteristik dokusunu ezip geçen hoyrat yapılaşma Anadolu şehirlerini de birbirine benzetmeye başladı. Gaziantep’te yapılmakta olan Arapça “Allah” yazısı şeklindeki proje, inşaat sektörünün yükselme hırsındaki “had tanımazlığın” en düşündürücü örneklerinden belki de ilk sırada geleni. Siteler, rezidanslar, dönemimizin Babil Kuleleri sanki. Kaynaşma değil ayrışmanın, türdeşiyle yüksek duvarların gerisine çekilmenin salgınında bir şehri kendine özgü kılan dili nasıl keşfedecek insanlar? Söz konusu rezidansın “helal” ve “ikra” gibi nice kavram ve olgunun, hatta ayet isminin ticari heveslerle özensiz bir şekilde kullanılması alışkanlığında bir dönüm noktası olduğu söylenebilir. İnşaat sektörünün günümüzde kendine biçtiği her şeyi sahiplenme hırsı, temellük bağlamında İconova rezidans projesi bir zirve teşkil ediyor.

7 kuleden oluşan proje bünyesindeki bir kule, 162 metre yüksekliğiyle şehrin en yüksek binası unvanına sahip olacakmış. Bu tür bir yüksekliği Yüceler Yücesi’nin adıyla gözlere sokmak ne etik ne de estetik gerekçelerle izah edilebilir.

Nuri Pakdil adı medyada bu denli sık dolaşımdayken böyle bir site projesini sineye çekmemizin beklenmesi de ayrıca ilginç. Orası öyle: Pakdil ile fotoğraf çektirmekte yarışıyor herkes, ancak onun Putyapımevleri kitabını okuyanlar her zaman sayılı.

“Allah” ismini bu denli rahatlıkla kullanan proje sahipleri İsmail R. Faruki’nin “Tevhid”ini okumuş olsalardı, durup düşünürler miydi acaba? Zemahşeri’nin Esas el-Belağa kitabından bir alıntı yapıyor Faruki, “Arap Hat Sanatı: Yücelik Bilincinin Nihai Sanatı” başlıklı bölümde. Vezir Mukla, hat sanatı ile şiiri kıyaslıyor bu alıntıda. Mukla’nın sıraladığı hat sanatına özgü beş temel özelliğin sadece ikisini alıntılıyorum: “Kelimelerde yer alan bir harfin tam hakkını vererek bütün ile parçalar arasındaki dengeyi kurmak demek olan tevfiye, her harfe lâyık olduğu yeri ve gücü vermek anlamına gelen itmam…” (sf. 221, İnsan Yayınları).

Faruki kitabının estetik meselelere ayırdığı son bölümünün sonuncu paragrafında şunları söylüyor: “İslam sanatının ortaya koyduğu gayri-insani aşkın İlahi Varlık, idealizm, hiçbir zaman Prometeci, mağrur ve küstah olmadı.”

Hep kültürel yenilenmeden söz ediliyor, oysa yayılmayı sürdürülen bir tür “post-postmodernizm” kargaşası. Her şey olur, her şey geçer, çünkü zaten düzeni ve uyumu yitirmiştik. Geçtiğimiz yüzyılın ikinci çeyreğinde sekülerler mimarinin sekülerleşmesi konusunda hat yasağını bir zorunluluk olarak öne sürmüşlerdi. Yüzyılımızın ilk çeyreğinde bu sekülerleşmeye itiraz eden bir siyasallık ikliminde hattın başka türlü bir sekülerleşme için bir malzeme olarak geri dönmesini sağlayan cesaret üzerine düşünmekte daha ne kadar gecikebiliriz?