Hasar diploması

Sabahleyin, evimin karşısındaki lisenin bahçesinden gelen megafon sesiyle uyandım. Bunun bir müdür sesi olduğunu, bu müdür sesinin buyurucu bir tonla daha senenin başında işleri sıkı tutmaya çalıştığını, o konuşurken öğrencilerin sıraya dizilmiş bir halde beklediğini herkes gibi ben de öğrencilik yıllarımdan biliyorum. Sahne genellikle aynıdır: Eylül’ün ilk pazartesilerinden birinde, yazdan kalma bir sürü çocuk, ergen ve genç okulun bahçesinde zil sesiyle sıraya dizilir; önce müdür yardımcılarından biri biraz sonra asıl konuşmayı yapacak amiri için sahneyi hazır hale getirir, öğretmenler kâh arkada kâh sınıfların arasına dağılarak intizam sağlar, ortam hazır hale getirilince büyük konuşmacı okul merdivenlerinde belirir ve biraz önce bana ürküntü veren bir tonda hitaba başlar. O konuşurken öğrencilerin saçlarından yazdan kalma son kuşlar da uçup bilinmez bir yerlere giderler ve yaz, müdürün buyruklarıyla birlikte eski bir hatıraya dönüşür. Cömertçe ertelenen uyku saatleri, geç vakitlerde yataktan kalkılan sabahlar, özgür günler artık nihayete ermiştir. Buyurgan müdür sesi, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde, Tanrı’nın ülkesinden devletin ülkesine döndüğümüzü ilan eder.

Biz her Eylül’de Tanrı’nın ülkesinden devletin ülkesine geri döndük ve her seferinde artık dönmüş olduğumuz okul merdiveninden ya da bir kürsüden güçlü bir ses tarafından şu iki kelimeyle ilan edildi: “Sevgili gençler!” Ama bu rütbeyi alabilmek için önce “sevgili çocuklar” ve “sevgili öğrenciler” aşamalarını da başarıyla geçmemiz gerekirdi. İçimizden bazıları Allah’ın bir lütfu olarak bu ilk basamakları çıkamamış, saçlarındaki yaz kuşlarıyla birlikte günlük hayatın meşgalelerine karışmış olurdu. İlkokuldan arkadaşımız Hasan, ortaokuldan tanıdığımız Halil, biz korkuyla merdiven başı buyrukçusunu dinlerken kim bilir şimdi nerelerdeydiler? Onlara, o “kötü örneklere” daima gıpta ederdik; okumayı ve okulu sevmedikleri için, öğretmenlere katlanamadıkları için, saatlere uyum gösteremedikleri için, sayısız nasihati bir karın gurultusu gibi dinledikleri için. Oysa evde ve okulda sürekli Hasan’lar, Halil’ler bir av hayvanı olarak orta yere atılır, bu tasdikname ahalisini ileride ne tür mağduriyetlerin beklediği hatırlatılır, içimizdeki birkaç isyankâr kuş da firari arkadaşlarımızın kara talihlerine saplanıp kalırdı. Gerçekten söylendiği gibi miydi? Gerçekten biz okumayı tercih etmekle kendimize el üstünde tutulan bir gelecek mi seçmiş oluyorduk? Yıllar sonra öğrendik ki bu sorunun huzur ya da mutlulukla ilişkilendirilebilecek mahiyeti yok denecek kadar azdı!

Günlerden Pazartesi. Daha uyanır uyanmaz karşıdaki okul müdürünün merdiven başından ya da kürsüden yaptığı konuşmanın sesi odamın içine kadar geliyor. Sözcükleri tane tane duyamıyorum ama buyrukçu ses duvarlara çarpıp duruyor. Bir öğrenci olmadığım halde bu içe işlemiş, korkularımızın orta yerine kurulmuş ses beni tıpkı çocukluğumda ve gençliğimdeki gibi huzursuz ediyor. Sanki okula geç kalmışım da azar işitiyorum. Yataktan doğrulup bir süre odanın içinde telaşla dolaşıyorum, konuşma uzadıkça asabiliğim daha da artıyor. Arsız bir konuşma bu; mekanik, ruhsuz, anlayışsız, hakikatten, mevsimlerden, pınarlardan, sokak aralarından, ev içlerinden, ergen ıstıraplarından nasibini almamış güçsüz bir adamın konuşması. Şu anda bir okul müdürü olarak nutuk çeken küçük devlet memurunun histerisi bütün odayı kaplıyor. Ve ben de onun sayesinde hiçbir şüpheye yer bırakmayan bir gerçeği kendime itiraf etme cesareti buluyorum: Eğitilmek için doldurulduğumuz okullarda hepimizi mahvettiler. Şu ya da bu oranda mahvolduk; orada ancak hasar kadar başarılı sayıldık ve hakkımız olan hasar diploması elimize tutuşturulmadan da mezun edildik. Bütün o Halil’ler ve bütün o Hasan’lar yani gelecekteki mühendisliği değil şuracıktaki tamirhane çıraklığını tercih edenler de ağız dolusu küfürleri, dillere destan sevdaları, arabesk şarkılar eşliğinde yaptıkları resmi geçitleriyle bir hasara maruz kalmadıklarını defalarca ispatlayıp durdular…

Artık dönüp de ruhumuzu geri isteme şansımız yok. Onu bir ilkokulun sınıflarında, bir ortaokulun telaşlı zil seslerinde, bir lisenin sıralarında parça parça harcayarak buraya kadar geldik işte. İşte ben, şimdi evimin odalarından birinde, karşıdaki küçük memurun kendisine ait olmayan bir sesle, Tanrı’nın ülkesinden devletin ülkesine zorunlu göçe tabi tutulmuş ergenlere yaptığı konuşmayı dinliyorum. Bazı sözcükler seçiliyor ya da hafızam onları getirip bu konuşmaya ekliyor: “Gençler. Gençler. Müdürünüz konuşuyor, iyi dinleyin.” Ve benim iç sesim: Belki de mağdurumuz konuşuyor. Ama bir iç sesten daha fazlasını da söylemek lazım. Derdim, sırf modaya uymak için her ağzımızı açtığımızda eğitime, eğitim sistemine muhalefet etmek değil. Türkiye’yle ya da herhangi bir ülkeyle de sınırlı değil. Ben hâlâ çok basit bir soruya takılmış duruyorum: İnsanı bir okul kapısından içeriye girince huzursuz eden, ona geçici bir hapishaneye giriyormuş duygusu yaşatan nedir? Bir hasar diploması verilseydi, can sıkıntısı dersinden kaç aldığımızı da öğrenmiş olacaktık…