Han Şeyhun’un üzerinde zehirli bir kuş dolaşıyor; Tanrı’nın gökyüzünde, Tanrı’nın yaratmadığı bir kuş. Henüz sabahın alacası ve çocuklar derin uykuda. Melekler, silah seslerinden bitkin düşmüş bu çocuklar biraz daha uyuyabilsinler diye pencerelere görünmez perdeler çekmiş. Tedirgin evlerde, çiçekleri solmuş yorganların altında kıvrılmış uyuyorlar işte. Zehirli kuş, kanatlarının arasından özel hazırlanmış bir ölüm karışımı bırakıyor Han Şeyhun’a. İnsana kaçacak hiçbir yer bırakmayan, çiçeklere, sulara, tarlalara, odalara, ev içlerine sızan bir ölüm. Ama önce büyük patlama gerçekleşiyor, meleklerin pencerelere çektiği görünmez perdeleri hicapla dalgalandıran bir patlama. Sonra çocuklar uyanıyor, korkuyla annelerine babalarına bakıyorlar. Ölüm gazı Han Şeyhun’un evlerinden içeriye giriyor; ve çocukların küçük ağızlarından içeriye; ve çocukların küçük gözlerinden, küçük ciğerlerinden içeriye. Zehirli kuş gökyüzünü çoktan terk etmiş. Gökte şimdi sayısız göz belirmiş; Hiroşima’nın, Nagazaki’nin, Halepçe’nin gözleri. Bir rüzgâr olup, ölüm gazını Han Şeyhun’dan ötelere savurmak istiyorlar ama nafile…
Han Şeyhun’un çocukları, bir bombanın düştüğü yerdeki insanları öldürdüğünü biliyorlar ama düşmediği yerlerdeki çocukları bile öldürebildiğini şimdi öğrenecekler. İçlerinden bazıları, bunu öğrenme şansına bile sahip olmayacak. Zehirli bir bulut gelip boğazlarına, göğüslerine yapışacak. Sadece onların boğazlarına ve göğüslerine değil, anne ve babalarınınkine de. Anneleri ve babaları onlara doğru yeltenecek, kucaklayıp kurtarmak için ellerini uzatacak, ne yazık ki hiçbir zaman ulaşamayacaklar. Herkes olduğu yerde kalakalacak; herkes olduğu Hiroşima’da, olduğu Nagazaki’de, olduğu Halepçe’de. Uygarlık, Suriye’nin İdlib şehrinin Han Şeyhun köyünde son müzelerinden birini daha böylece inşa etmiş olacak. Üstelik bir gecede, üstelik hiç yorulmadan! Bu ‘tan ağarırken ölüm’ müzesinin nöbetini de yeni Sadako Sasaki’ler tutacak. Ciğerlerindeki gaz onları bir kerede öldürmediği için, zamana yayılmış bir ölüm olarak büyüdükleri için. Ve her sabah kalkıp, ‘tan ağarırken ölüm’ müzesinin görünmez kapılarını açacak, oradaki görünmez çocukların yüzlerindeki tozu silecek, havalandırıp güneşlendirecekler…
Bir de içlerinden bazılarının turna kuşları olacak, tıpkı Sadako Sasaki’ninki gibi. Sasaki, “Küçük Oğlan” Hiroşima’nın üzerinden uranyum bıraktığında henüz bir yaşındaydı. Belki melekler siper olmuşlardı ona, belki de ateş rüzgârı tam Sadako Sasaki’ye çarpacakken birden fikir değiştirip bir başka yöne gitmişti. On yıl öyle yaşadı, öyle uranyumuyla beraber. Bu uzun ‘tan ağarırken ölüm’ müze bekçiliğine bir de lösemi eklendi; uranyumun gecikmiş hediyesi! Eğer kâğıttan bin turna yapar, onları birer birer gökyüzüne uçurursa, Tanrı onu sağlığına kavuştururdu; efsane öyle söylüyordu ve çocuklar efsanelere çok inanırlardı. Sağlığına kavuşunca ‘tan ağarırken ölüm’ müzesinin bekçiliğine de yıllarca devam edebilirdi. Tam 644. turnayı katlarken, ruhu “hadi artık gidelim” dedi Sasako’ya. Nereye diye sormadı. Henüz katlamaya vakit bulamadığı 356 turnayı bir başka yerde katlamak üzere, kalan kâğıtlarını yanına alıp sessizce ayrıldı dünyadan. Yaptığı kâğıt turnaların hâlâ gökyüzünde uçtuğu söylenir. Kanatlarında bir Türk şairin, Sadako Sasaki adına yazdığı veda sözleri vardır:
Kız Çocuğu
Kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.
Hiroşima’da öleli
oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar.
Saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu.
Benim sizden kendim için
hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
kâat gibi yanan çocuk.
Çalıyorum kapınızı,
teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin
şeker de yiyebilsinler.
Nazım Hikmet