2000’lerin başı. Mevsim sonbahar. Ve her sonbaharda olduğu gibi, Üsküdar’da Çınaraltı gençlerle dolup taşıyor. O dönemlerde okuyup yazanların açık hava mekânı Çınaraltı, artık hayatta olmayan Veysel’in saygılı tavırları, samimi tebessümü sayesinde müşterileriyle gönül bağı da kurmuştu. Küçük taburelerin üzerinde oturuyor, o küçük masalara kaç dünyayı birden sığdırıyor, ülkeden ülkeye dolaşıyor, siyasi analizler yapıyor, şiir ve edebiyat tartışıyor, gecenin bir vaktinde kalkıp esrik bir ruh haliyle evlerimize dağılıyorduk. Ama bu öyle kolay ve birdenbire olmuyordu; içimizde bakmayı ve görmeyi bilenler kalkarken her defasında tam karşımızdaki Valide Sultan Camii ile de selamlaşmayı ihmal etmezlerdi. Görkemli mabet, özellikle geceleri o ışıklandırılmış haliyle insanı kendi dünyasına dâhil ederdi. Ben, sohbet sırasında da zaman zaman yüzümü ona döner, ona bakar, onun zamanıyla kendi zamanım arasında gidip gelirdim. Bazen sorduğum da olurdu: Herkes çekilip evlerine gittikten sonra Valide Sultan Camii bir başına bu meydanda ne yapıyor acaba? Belki de yüzyılları, yüzyıllar boyunca şu meydanda sürüp giden temaşayı, gaileleri seyredip şöyle düşünmekteydi: İnsan bir tekrardan ibarettir…
2000’lerin başı. İlk deneme kitabım yayınlanmış ve Üsküdar’da şubesi bulunan bir vakıf beni konuşmaya çağırmış. Tabii ki heyecanlıyım. Veysel’in gülümsemesinden destek alayım ve bir çay içip boğazımı yumuşatayım diye konuşmadan bir, bir buçuk saat önce Çınaraltı’na gidip oturuyorum. Rahmetli Veysel hep aynı Veysel; çay ocağının bulunduğu yerden gülümseyerek, “hoş geldin Ali Abi” diyor. Bu bizim Veysel’in gülümsemesi hakikaten güzeldi, içinde bir hesap bulamazdınız. Dahasını söyleyeyim, son dava adamlarındandı, insanların gelip orada kitaplardan, düşüncelerden bahsetmesini isterdi; büyük kârı buydu Veysel’in. O gün çayımı ve sigaramı, sonra yeniden çayımı ve sigaramı içtim. Aslında bu cümleyi uzatabilirim de. Çünkü 2000’lerin ortalarında biz hesapsız çay ve sigara içen adamlardık. Niye öyleydik, neydi derdimiz bana kalırsa muamma. Muamma diyorum çünkü kendimize karşı mı, dünyaya karşı mı, batıya karşı mı yoksa devlete karşı mı mücadele ettiğimiz tam olarak belli değildi. Bütün karmaşamız, dengesizliğimiz, kitaplarımız, arkadaşlarımız ve düşmanlarımızla iç içe yaşayıp gidiyorduk işte…
2000’lerin başı ve ben Çınaraltı’nın çaylarını yudumlayıp, sigara üstüne sigaramı yakıp, yolda da bir tane tüttürerek zaten yakında bir yerde olan vakfa gidiyorum. İçeride on kişi ya var ya yok, hepsi genç, hepsi dikkatli. Kalabalık olmaması içimi nasıl rahatlatıyor, çünkü ben kalabalıklara konuşamam, kalabalıklara konuşacak cümle bulamam. Yine de bu bir topluluk karşısında yaptığım ilk konuşmalarımdan biriydi; neler söyledim hatırlamıyorum ama iyi bir edebiyat sohbeti olması için elimden geleni yaptım. Tam burada kendime bir iyilik yapayım: O gün de o günden sonrada benzer programlarda işi siyasete dökmemeye, konuşmamı hep edebiyatın merkezinde tutmaya özen gösterdim. Mesela, “iyi bir editör nasıl olmalı?” başlıklı bir konuşmada Türk ve dünya siyasi tarihini anlatmaya kalkanların hatasına hiç düşmedim. Üsküdar’daki o ilk programda beni dinlemeye gelen gençler aynı zamanda benim acemiliklerimin de ilk kurbanı oldular. Sonra da devam etti acemiliğim. Hiçbir zaman karşımdaki topluluğun gönlünü tam olarak hoş tutamadım…
2000’lerin başı. Vakıftaki konuşma bitmiş. Ev sahiplerim genç yazara teşekkür ederken, bir daha bekleriz hocam derken, iki-üç genç de başucumda beni bekliyor. Gelecekte kendilerini edebiyatın yokuşuna sürecek gençler böyledir: Herkes solunu boşaltır, onlar orada kalır, yazarla konuşmak ister, birkaç soru sorar ve sonunda mutlaka baklayı ağızlarından çıkarırlar: Kendileri de bir şeyler karalamaktadır. Tek gittiğim salondan o birkaç genci de yanıma alıp öyle dönüyorum Çınaraltı’na. Veysel çayları getiriyor, ben sigaramı çıkartıyorum ve bir konuşmanın gerginliğini üstümden atmış olmanın rahatlığıyla, “yakın gençler” diyorum. Çınaraltı’nın keyif merasimi başlıyor işte; vakit akşama yaklaşmakta, Valide Atik Camii’nin güzelim ışıkları yandı yanacak ve masada edebiyat var. Sadece edebiyat değil; Yakup Öztürk, Tarık Taş ve ismini hatırlayamadığım bir genç daha. Şimdi sıra sevinç cümlelerinde; bir değil iki sevinç. Birincisi bu ilk okurlarımla uzun yıllar arkadaşlık yaptık, bir bakıma büyümelerine eşlik ettim. İkincisi, Yakup Öztürk edebiyat okudu, akademisyen oldu, şimdi bir üniversitede öğrencilerine edebiyat anlatıyor. Yakınlarda bir kitabı bile çıktı: Memleket, Mektep, Meclis Arasında Bir Hayat: Faruk Nafiz Çamlıbel. Edebiyatın han duvarına bir ince ışık da o düşürdü. Mevsim yine sonbahar ve ben bir arkadaş kitabını elimde tutarken düşünmeden edemiyorum: Yakup Hoca’nın müeddep kişiliğinin yolculuğunda hiç mi payı yok; olmaz mı, büyük pay onun!