“Bizler” diye geçirdim içimden, “Her konu hakkında konuşan bir dil görevlisi, her konu hakkında yazan bir kelime hademesiyiz. Konuşmalarımız dinlensin ve yazdıklarımız okunsun diye, ajanslardan önümüze düşen her bilgiyi önce bir haber eksperliğine tabi tutuyor, tutacak olanları ayıklıyor, ayıkladıklarımızı hiç vakit kaybetmeden malumata çeviriyoruz. Ölmüş askerlerden bahsediyoruz mesela, tecavüze uğramış kadınlardan, büyük projelerden, organik ürünlerden. İçimizde kurşun yarasını bilen kimse yok, namusu kirlenmiş bir evin utancını daha da artırıp artırmadığımızı hiç sorgulamıyoruz, yorgun işçilerin evlerine dönerken yaptıkları maişet hesaplarını unutalı çok oldu, toprağa bir tohumun ne zaman serpileceğini de öyle. İçimizden kimileri, ‘konuşma özgürlüğü’nden bahsediyor sürekli; konuşma özgürlüğünden yalnızca siyasetin baskısını kastediyoruz. Şu işe gidenler, şu toprağı sürenler, şu oğulları öldürülenler, haklarında istediğimiz gibi konuşabileceğimiz birer malzeme yığını belli ki; içimizde onların hukukunu koruyacak hiçbir yasa yok. Onlar, çocukların şekilden şekile soktukları renkli hamurlara benziyor. Neyi istediklerine ve neyi istemediklerine biz karar veriyoruz. Oysa biz onu hangi şekle sokarsak sokalım, yine de sabahları hep aynı uyanıyor…”
“Bizler” diye geçirdim içimden, “Sabahları hep aynı uyanıyoruz. Daha güne başlamadan, daha perdeleri aralayıp gökyüzüne bakmadan ‘üzerinde konuşulacak bir malzeme var mı?’ diye hevesle ekranlara, sosyal medya malumatlarına göz gezdiriyoruz. Güneşin mutat güzergâhını takip ettiği, çocukların okuluna gittiği, işçilerin iş başı yaptığı, yaşlıların güvenle parklarda oturup şuradan buradan konuştuğu sıradan bir gün asabımızı bozuyor doğal olarak. ‘Ne berbat bir gün’ diyoruz, ‘yaprak bile kıpırdamıyor.’ Ama öğlene doğru bereketli ülkemizde yapraklar kıpırdamaya başlıyor yeniden, sınırlardan sıcak haberler geliyor, küçük çaresiz evlerde yeni yaralar açılıyor, işte işler yoluna giriyor! Bu gün de üzerinde konuşulacak pek çok yeni başlık, muhataplarımızı sorguya çekecek malzemeler birikmeye başladı. Girdiğimiz yolun bizi vahşileştirdiğini, kanı üstümüze bulaşmayan katliamlar beklediğimizi, bir kriz çıkmazsa krize tutulduğumuzu itiraf etmek istemiyoruz nedense! Biz, gizli suç ortakları, başkalarının acılarına etkileyici bir efekt üretmekle meşgulüz. Oysa halkın tabutunu yine halk taşıyor, halkın yarasını yine halk sarıyor, halkın acısını da dindiren halktan başkası değil. Kalemimize kalsa, atacağı başlık dünden hazır: Artık komşuluk öldü…”
“Bizler” diye geçirdim içimden, “Yalnızca komşuluktan çıkmadık, sonunda halkı küçük görme uzmanı da olduk. Sanatçılarımız sanattan anlamadıkları, ekonomistlerimiz paralarını yastık altından çıkarmadıkları, siyasetçilerimiz hep yanlış partiye oy verdikleri, ahlakçılarımız hep erozyona uğradıkları, televizyoncularımız hep kötü programları seyrettiği için gönül koyup duruyor halka. Gönül koymak, halktan nefret etmenin nazik bir ifadesi. Ve hepimiz kitle psikolojisi hakkında bir miktar bilgiye de sahibiz. İşler sarpa sarınca, bu yüksek ilmin sayfalarını çeviriyor, bizi haklı çıkaracak akıllıca cümleler kuruyor, kitleden korunmuş psikolojimizi böyle teselli ediyoruz. Elbette bu fazla abartılmaması gereken bir küskülük: Çünkü ondan başka aklımızı satacağımız kimse yok, muhatabımızı yerin dibine batırmak da bir yere kadar. Gönül koyduklarımızın gönlünü alacak sınırı da çok iyi biliyoruz. Örneğin sanatçılardan biri, ‘bu halk sanattan anlamaz’ cümlesinin halka hakaret olduğunu söylüyor yüksek sesle. Küçük kurnazımız, bir miktar yandaşlık kuruyor ahaliyle. Omuzlarına bakınca anlıyoruz ki, onun da kaldırdığı acılı bir komşu tabutu yok. Durduğu yeri korumak için, ölmüş askerler hakkında tek bir söz söylemiyor, tehlikeli sulara hiç girmiyor. Halkın ağıtını yakmak yine halka kalıyor…”
“Bizler” diye geçirdim içimden, “Halkın yaktığı ağıtlardan birini duyunca, hemen bir kıskançlığa da kapılıyoruz. Demek onun acısını dillendirmek için attığımız onca başlık, çektiğimiz onca film, montajlanmamış onca görüntü ve onca müzik hiçbir işe yaramamış. Hâlâ kendi ham, kendi çıplak sesiyle konuşuyor bu insanlar. Birbirlerinin yüreğindeki ağır tortuyu eski usullerle eritmeye devam ediyorlar. Dahası da var: Biz sabahleyin uyanır uyanmaz bir vaşak gibi kulaklarımızı felaket haberlerine dikerken, kalkıp işlerine de gidecekler. İşte bir adam cemre düşmüş toprağı sürmek için hazırlık yapıyor, işte bir işçi baretini geçiriyor kafasına, işte bir itfaiyeci yangına su sıkıyor, işte bir posta memuru zarfları ayıklıyor ve fırıncı çırağı, ustasının küreğinden devrilen ekmekleri kasalara dolduruyor. İşleri bitince bir süre konuşmalarımıza kulak kabartacak, yazdıklarımıza göz gezdirecek, hangi tarafta iseler o tarafın söz görevlisine hak verecek, ama en önemli işlerinin ‘bozulmuş musluğu tamir ettirmek’ olduğunu hiç akıllarından çıkarmayacaklar. Biz emek harcanmış bir günün oburlarıyız; bize ne, kızı evden kaçmadıkça bozulmuş muslukları tamir eden adamlardan…