Yamaçta, Fethi Paşa Korusu’nu bitişiğindeki yoldan ve mahalleden ayıran bir duvar vardır. İcadiye’den Sultantepe’ye doğru yürürken duvar sağ tarafınızda kalır ve birkaç kilometre boyunca size eşlik eder. Bilmiyorsanız ve meraklanıp yürüyecekseniz, bu çok da uzun olmayan yolun ortalarında bir yerde, solunuzda Özbekler Tekkesi’ni ve biraz aşağıda koruya açılıyormuş izlenimi veren, bir yük vasıtasının rahatlıkla girebileceği bir kapı boşluğu görürsünüz. Epey zamandır bu kapıdan iş makineleri girip çıkıyordu; içeride hummalı bir inşaat sürmekteydi. Bugün, Üsküdar-Beşiktaş motoruyla karşıya geçerken birden gözüm o noktaya ilişti; inşaatın yapıldığı noktadan beyaz bir köşk boğaza göz kırpıp duruyordu. Bir vakitler aynı yerde bulunan ahşap köşkün temelleri üzerine kondurulmuş, ona benzetilmiş ama o olmayan yepyeni bir köşk. Onun da her köşk gibi koca bir hafızası var: Çerkes Hasan tarafından öldürülen Hüseyin Avni Paşa, Nuri Demirağ’ın bitip tükenmeyen “kuzu patileri”, genç kız Halide Edip’in bahçede babasıyla çektirdiği resim, yıllar ilerledikçe koruya bitişik bu özel mülke sahiplik eden birkaç yeni işadamı, TMSF, bir satış, bir yangın ve yeniden inşa. Bu gün gördüğüm “taze köşk” bir hikâyeler zincirinin son halkası…
Bir eski kapı, metruk bir bina ya da duvarın arkasındaki göremediğimiz muhayyel bir mekân hakkında bazen ansızın bir şey duyar ve şaşırırız. Aslında ben, İcadiye’den Sultantepe’ye doğru giderken sağ tarafımdan bana refakat eden koru duvarının sonuna yaklaştığımda, yıllardır kullanılmayan kapı yerini hep görüyor ama onu Fethi Paşa Korusu’nun metruk girişlerinden biri zannediyordum. Değilmiş! Bir yıl, belki biraz daha fazla bir zaman önce arkadaşlarımdan biri hep yanından geçtiğim o kapının bir zamanlar Halide Edip’in de oturduğu köşkün giriş kapısı olduğunu söyleyince tabii ki heyecanlandım. İstanbul bana böyle kaç oyun oynamış, cehaletimi yüzüme vurmuştu. Dış duvardaki kapının nerenin kapısı olduğunu öğrendiğim günlerde meğer gazetelerde de ancak ilgililerinin dikkatini çekecek türden bir kıyamet kopmaktaymış. Haberlerde köşkün geçmişine dair bilgiler veriliyor, bu bilgiler içerisinde özellikle Hüseyin Avni, Halide Edip ve Nuri Demirağ isimlerine vurgu yapılmadan geçilmiyor ve haberlerin neredeyse tamamında sürekli el değiştirerek bugünlere gelen köşkün, kolaylaştırılmış yollarla bir iş adamana verildiği yazılmaktaymış. Köşk son sahibinin elindeyken nedensiz bir şekilde yanmıştı ve şimdi de “aslına sadık kalınarak” yeniden yapılıyordu. Hülasa uzun bir köşk hikâyesi…
İş makinelerinin girip çıktığı yerde bir zamanlar Halide Edip’in oturduğunu öğrenince, artık Sultantepe’ye giderken sağımdaki geniş kapı yerine, girip çıkanlara, hatta bulunduğum açıdan bir parçası görülen inşaata başka bir gözle bakmaya başladım. Evet, eski köşk sebepsiz bir şekilde yanmıştı, evet sahipleri yenisini aslına uygun olarak yeniden yapmaktaydılar, evet dünya şu ya da bu yolla yıkılıp yeniden kurulan bir yerdi ama bir de bazı mekânların hiç ölmeyen hatıraları, meskûnları, olayları ve kahramanları vardı. İşte şu duvarının dibinden geçtiğim ve nelerin olup bittiğini göremediğim yerde de siyasi cinayetlerin, sürgünlerin, tayyarecilerin merkezinde olduğu pek çok hadisenin kahramanları yaşamış, ömürlerinin bir kısmını burada geçirmişlerdi. Onların değil ama onlardan kalma hatıraların yanından geçiyordum hafta birkaç gün. Şöyle düşünmekteydim: Bazen hatıraları kişilerin kendilerinden daha güçlü hale gelir. Halide Edip Hanım duvarın arkasındaki köşkte oturuyor olsa acaba bu kadar ilgi duyar mıydım? Rahat cevaplayayım: Hayır. Biz insanları yaşarken değil, daha çok öldükten sonra toplayıp bir araya getiririz. Bizzat kendi hayatı onu bir bütün olarak tanımamıza mani olur. Hep bir parçasıyla karşılaşır, bir başka parçasına yabancı kalırız. Ölüm, ölmüş olanı aradan çıkararak onun hayatını toplama fırsatı sunar…
Yanmış olanının yerine yapılan “taze köşk”e uzaktan bakarken, “artık bu bir Halide Edip köşkü mü?” diye sormaktan da alamadım kendimi; “artık bu bir Hüseyin Avni Paşa köşkü mü; bu Nuri Demirağ korusuna komşuluk eden, onun kuzu çevirtmek için yaktırdığı ateşlerin isinden nasiplenen köşk mü? Evet, saydığım kahramanlar tam orada, o küçük bölgede eğleşti bir zamanlar; oturdular, kalktılar, konuklar ağırladılar, hastalandılar, siyasi hercümercin ya faili ya mağduru oldular. Ama bu yeni köşk olup bitenlerden hiç birinin tanığı değil. Ahşap gibi görünüyor ama ahşap değil; eski gibi görünüyor ama eski değil; bir ruhu varmış gibi görünüyor ama bir ruha da sahip değil. Orada artık kendilerini tarihten, edebiyattan, siyasetten tanıdığımız insanların hatıralarını bekleyen bir bina yok, sadece yaşadıklarını bildiğimiz bir bölge var. Bunu bilmek de önemli tabi. Bir gün bir tanıdığı, bir dostu, bir yabancıyı gezdirirken hiç değilse şöyle diyebiliriz: Korunun bitiminde, koruya bitişik gibi duran şu bölge aslında özel bir mülktür ve orada ünlü yazarımız Halide Edip’in çocukluğu, genç kızlığı geçmiştir…