Hafızanın gedikli misafirleri

Dönüp kişisel tarihini şöyle bir gözden geçirirsen, hafızanın, dünyadaki günlerinin neredeyse tamamını ebedi bir karanlığa gömdüğünü görürsün. Ama aynı hafıza, bu karanlık geçmişin şurasına burasına bazı kandiller de serpiştirir. Geçmişinde çıktığın yolculuk, bu kandillerin alacakaranlığında göreceğin kadardır. Çocukluğundan bazı sahnelere rastlarsın orada ama çocukluğuna değil; gençliğinin kimi sergüzeştleri, kalp çarpıntıları, merakları, yıkım ve mutluluklarıyla selamlaşırsın ama bütün bir gençliğinle değil; her gün bir sıkıntı ile kapısını araladığın okullardan geriye kalan birkaç hadise önüne çıkar ama o sıralarda başından geçenlerin hepsi değil. Hatta bazen senin hafızanda unutulanı bir başkası hatırlar ve şaşkınlıkla sana sorar: “Nasıl hatırlamazsın?” Doğrusu bu soruya verebileceğin bir cevabın da yoktur. Hafızanın, hayatının hangi anlarını saklayıp hangi anlarını yutacağına bile karar verebilecek bir iradeden yoksunsun. O neredeyse senden bağımsız ve sana rağmen çalışır. Hatırladıkları hatıralarındır, hatırlamadıkları kaba bir yaşam tortusu. Biz o tortuya da tecrübe diyoruz…

Yine de hafıza, kişisel tarihinin kapısını çalan birini eli boş çevirmez. Geçmişine yaptığın yolculuklardan dönerken hafızanın sana ikram ettiği hatıralara dikkat etmeni öneririm. Dikkat ettiğinde göreceksin ki hayatın olağan akışı içerisinde olup biten pek çok şey silinip gitmiş aklından; hiçbirinin kaydı tutulmamış. Oysa bütün o ölü zaman yığının arasından, kasaba pazarında babanı kaybettiğin anın korkusu bir sürmanşet haber gibi çıkarılıp önüne konulmuş. Akrabalarından birinin dilinden dökülen ağır bir söz, ağırlığından hiçbir şey kaybetmeden kulaklarında çınlıyor işte. Asabi ve hep sigaya çeken bir öğretmenin ödevleri kontrol ettiği anları da hiç unutmamışsın. Sadece korkular değil hatırında kalan, bazı heyecanların ve bazı mutluluk anların da öyledir. İlk kez bir kıza onu sevdiğini söylediğin anın muazzam utangaçlığı mesela hâlâ seni utandırmaya devam eder. Okul takımıyla çıktığın final maçının alkışları kulaklarında çınlamaya devam eder. Kaynağında bir korku, mahcubiyet, başarı ya da mutluluk olsun fark etmez, hatırladıkların çoğunlukla dünyanın sıradan bir gününün dışına çıktığın anlardır. Ne yapalım, hafıza sıradanlıktan pek hazzetmez!

Eğer bu son cümlemdeki hükmü ispat etmem gerekse, hiç düşünmeden senden geçmişinde tanıdığın delilerden kaçını unuttuğunu, kaçını halen aklında tutmayı sürdürdüğünü bir düşünmeni isterdim. Muhtemelen sen de benim gibi, tanıdığın delilerin neredeyse tamamını aklında tutmuşsundur. Aklında tutmuşsundur demek bile fazlaca iddialı; hafızan onları sen istesen de istemesen de haber değeri yüksek bir hadise gibi kişisel magazin sayfanın ilk sıralarına yerleştirmiştir. Mesela çocukluğumun artık hatırlanmayan sayısız günü içerisinden salınarak geçen şu Deli Temür! Bazı mekânları, yolları, çeşmeleri ve hatta mevsimleri sırf Deli Temür’e bir sahne oldukları için hatırlayabiliyorum artık. Temür olmasa, ne su içerken etrafına toplaşıp bizi korkutmasını beklediğimiz çeşme başı, ne serinlediği bahçe duvarı, ne bir değneğin ucuna bağlayıp sırtından saldığı beyaz torba hafızamda kalacaktı. Sadece o mu? Bir zamanlar deli sandığım ama şimdi meczup mu yoksa deli mi olduğuna karar veremediğim Hüseyin de hâlâ hafızamın yanan kandillerinden biri. Akşamları kendi evinin penceresinin karşısına geçer, hane halkına bağırıp dururdu. Tek katlı, kerpiçten yapılma, küçük pencereli evin hatırasını taşıyıp getiren de ondan başkası değil. Belli ki bellek delileri özellikle unutkanlığın cinlerinden uzak tutuyor…

Elbette bir ruh uzmanı pişkinliğiyle konuşacak değilim. Hoş öyle konuşacak olsam, bu yazı da bir meslek bilgisinin dökümünden öteye gitmezdi. Gel biz en iyisi yeniden hayatımızın delilerine dönelim ve sorumuzu bir kez daha hatırlayalım: Hafızamız neden özellikle delilerin yanıbaşındaki kandillerin alevini canlı tutar? Neden onları hatırlamaya, hatırlayarak yaşatmaya ve uygun bir cemiyet bulmuşsak çevremize anlatmaya devam ederiz. Çünkü delilik uygarlığın terbiye edemediği, sıra dışılıktan sıradanlığın içine çekemediği, aykırı söz dizimini mantıklı hale getiremediği bir “karşı hayattır.” Bizim korktuklarımız onu korkutmaz; bizim sustuklarımız onu susturmaz; bizim biriktirdiklerimiz onu güldürür; bizim hesaplarımız onda hep yanlış çıkar. Bütün bunların kıymetini en iyi bir hastalık yüzünden öleceği aşikâr hale gelmiş akıllılar anlar. Açıkça söyleyenler de vardır söyleyemeyenler de; hepsi de bir delilik yapılması gereken zamanlarda akıllı davrandıkları için pişmandırlar. Diyorum ki acaba hafızamız delileri bir pişmanlık nöbetçisi olsunlar diye mi unutkanlığın pençesine teslim etmiyor. Mesela ben, delirmeme gerektiği halde delirmiyor, bir bellek seyahatine çıkıp Temür’ü ziyarete gidiyorum. Ruhu şad olsun…