Hayatı anlamlandıran değerleri resmi olarak ortalıkta dolaşan bilgilerde değil de temel eleştirilerine cevap sunabilecek bağlamlarda aramanın bir tanımıdır yurtsuzluk.
İnsanın yeryüzüyle ilişkisine dair irdelemelerinin açıldığı kapıdan tahakküm sistemlerini sorgulamaya yönelmiş olan bir yazar Juan Goytisolo. Denemeci olarak tanındı bizde önce, ancak dünyada romancı kimliğiyle tanınıyor. Fas’ta vefat etmiş olması, hayat hikayesini merak ettiriyor. Avrupalı sanat ve edebiyat çevrelerinin Kuzey Afrika ülkelerine ilgisi kanıksanmış bir olgu. Goytisolo hangi açıdan farklıydı? Vefatını konu alan yazılarda daha çok İspanya iç savaşının hayatına etkisi ön plana çıkarıldı. Sürgünlük hissiyatını İspanya’da doğduğu dönemin şartlarıyla izah etmek de olası. İspanya iç savaşında annesini yitirmesi travmatik bir başlangıç.
Yuvası dağılmıştı ve yeni bir yuva arayışı içindeydi. Giderek arayışını yeryüzü sürgünlüğüyle açıkladı. Yazınsal ideali ise “gezgin derviş”ti. Nasıl biriydi kastettiği? “Beyhude dünya nimetlerinden kaçan, kuralları ve dışsal uygunluk kalıplarını küçümseyen, mürit aramayan, pohpohlanmaya tahammülü olmayan bir adam.”
“Sürgünlük”, asla bitmeyen bir borçluluk duygusunun metaforu olmalı. Goytisolo, İspanya’nın kayıp tarihinin dayandığı Müslüman sürgünü (ve kırımı) üzerinden yaptığı sorgulamalarla da gönüllü sürgünlüğe açılmış bir yazar. Çaldığınız bir kapı önünüzde açılıyorsa, sürgünlük fikrini yeniden düşünürsünüz. “Osmanlı’nın İstanbul’u” kitabında hayranlıkla Türk toplumunun konukseverliğinin altını çiziyor.
“İspanya’daki Arap Kültürü İncelemeleri Üzerine Gözlemler” başlıklı yazısında Müslümanların Endülüs’ten sürülme sürecini şöyle eleştirdi: “18. Yüzyıl ortalarında İspanya’dan Mağripli soyundan gelen tüm İspanyollar sürgün edilmekle kalmamış, varlıklarının kültürel kanıtları da özenle silinip süpürülmüştür.” Bizim Endülüs kültürü adına gezerek gördüklerimiz, var olmuştan geriye kalan pek az şey. Kimlikler örtbas edildi, hayatlar yok sayıldı, kütüphaneler yakıldı, korunaklı Avrupa medeniyeti adına.
Goytisolo’dan iki hafta kadar önce vefat eden rahmetli Akif Emre, yakılan o kütüphanelerden kurtarılabilmiş kitapların peşinde ülke ülke dolaşmıştı. Endülüs’te “yeniden fetih” uğruna neler yaşandığı bilinmeden bugünkü Avrupa’yı kasıp kavuran yabancı/Müslüman düşmanlığını doğru tarif edemeyeceğimizin farkındaydı Akif Emre.
Büyük Müslüman katliamı ve sürgünü “Reconquista”nın gerçeklerini hatırlatırken, Srebrenitsa ile bağ kurmaktan geri durmadı Goytisolo. Yağma ve talanlarıyla halkları madunlaştıran, baskıcı ve sefih yönetimleri destekleyen, öldürücü silahları üreten ve pazarlayan, çıkar alanlarını korumak için düşük gerilimli savaşları kışkırtmayı sürdüren, kendi üretim ve tüketim planları adına uzak beldelerin mahrum bölgelerinin kirlenmesini umursamayan çevrelerin insan hakları ve uygarlık etrafında, barış üzerine ahlakçı söylevler verenlerle aynı isimleri taşıması acı bir alay gibi gelmiyor mu? “Güçlülerin ikiyüzlülüğü ve bencilliği hiç bu denli ileri gitmemişti” diyor, Yeryüzünde Bir Sürgün’de. Dünyadaki ekonomik ilişkilerde daha ileri bir denge sağlanması ile silahlanma endüstrilerinin faaliyetleri arasındaki bağı hatırlamadan yozlaşma ve çürüme üzerine bir cümle kurulabilir mi?
Aynı kitapta yer alan “Cemâ’atül-Fenâ’da ‘Ertesi Gün’ün Görünümü” başlıklı yazı, sıkça rastlandığı şekilde Marakeş’in ünlü “eğlenceli, sihirli, renkli” meydanından esinlenilmiş post modern bir sayıklama değil, musibetlerin arka planındaki acıya ulaşma kazısıdır. “Bir yerlerde kütüphaneler yakıldı, hatırlıyor musunuz? Koşun, kanın merdivenleri tırmanarak kitaplığa dalmasına, kitapları batırmasına izin vermeyin. “
Goytisolo’nun metni, Baudrillard’ın da dile getirdiği, Körfez Savaşı ile insanlığın bilinç düzeyinde başka bir evreye geçtiğine tanıklığın dehşetini yansıtıyor. Hep gecikilir ve başka türlü anlatılır, Bosna’da da görmüştü ve daha sonra Halep’te de… Başka bir açı yok mu, bilinçli körlüklere, gecikmelere izin vermeyen bakışların açısı… Belki o nedenle sürgünlüğünü, yüz yıllardır değişmeden kaldığı görüntüsü veren bir meydanın, Cemâ’atül-Fenâ Meydanı’nın uzamında geçirmeyi tercih etti Goytisolo.
Kelimeler silah şirketlerinin hırsları karşısında nasıl da kırılgan! Thatchercı yarım yüzyılın “alternatifi yoktur” şiarının bulaşmadığı bir meydan mı kaldı? Orada zahirde eğlenceli, gerçekte dokunaklı temsillere ve parodi hissiyatına rağmen zaman başka türlü akıyor, “kaspa”ya götüren ara yollarda ve iç avlularda “başka türlü de olabilirdi” sorusu anlamsız gelmiyordu muhtemelen. Uygarlığının üstünlüğü inancına dayanan ötekine dönük körlük başlı başına bir çürüme sebebi. Sesini yükseltme hakkı ile yağma arasında, yalan talan ve ırkçılık arasında bir bağ var. Srebrenitsa katliamı dünyanın herhangi bir yerinde gerçekleşemezdi, Goytisolo fark etmişti. Avrupa çürümüştü ve bu nedenle estetiğe daha fazla ihtiyaç duyuyordu.
Emperyalizmin sebep olduğu sürgünlüklerin bir diğer mekanı ise “kaspa.” Kendi yurdunda parya olmanın mekanı, Kuzey Afrika’nın merkezi şehirlerinde yüksek duvarlarla çevrilidir. Sömürenler, eserleri olan sömürü sefaletini yaşama alanlarından yalıtarak bildikleri gibi geliştirdiler işgal ettikleri şehirleri. Müslüman açısından yeryüzü sürgün yeri olarak tasarlanmış değil, ancak insan insana böyle bir sürgünlüğü hazırlıyor. Goytisolo’nun sürgünlük metinlerinde “kaspa” , sömürgeci körlüğünün ulaşamadan yitirdiği fırsatın göndermeleriyle fark edilir. Yolunu tamamlamamış bir Garaudy gibi gelir bu bağlamda yazdıklarını okurken, Berger üzerine de düşündüren sebeplerle.