Sabahları uyandığında, uykunun seni hiç dinlendirmediğinden şikâyet ederken haklısın. Başını sayısız meşgaleyle yastığa koyuyor ve yine sayısız meşgaleyle kaldırıyorsun yastıktan. Bir saat, sen uykudayken çalışıp duruyor kafanın içinde; bir o yana bir bu yana dönüyorsun sürekli. Seni izleyen biri, gövdendeki bazı sinirlerin arkanda kalan günün nöbetini tuttuğunu, dişlerini gıcırdatıp durduğunu ve yüz kaslarının bir türlü gevşemediğini hemen fark edebiliyor. Bir gün bütün bu karmaşayı, hızı, koşuşturmayı ve telaşı bırakıp sakin bir yerlere gideceğini, sakin bir hayata başlayacağını söylerken, sen de kendine inanmıyorsun. Artık bu düzenin dışına çıkamazsın, bu uykudan başka bir uyku uyuyamazsın, bu yorgunluğu atamazsın üstünden. Burada kalacak, bu çarkı döndürecek, zamanı gelince senden daha taze yorgunluklara yerini kaptıracak ve onların telaşlı bir gününde göçüp gideceksin dünyadan. Aslında son yolculuğuna nasıl çıkacağını, nasıl uğurlanacağını da defalarca tecrübe ettin; olacakları zaten biliyorsun: Pek çok tanıdığın cenazene gelemeyecek, bazıları acele bir işleri olduğu için namazını kıldırıp kaybolacak ortadan, geriye mezarlıkta bir avuç insan ve bir avuç toprak kalacak…
‘İnsan, sonunda bir avuç toprakla baş başa kalacağına göre neden bu kadar telaşla saldırıyor hayata?’ demeyeceğim. Çünkü insan budur. Yine de, dengeni bütünüyle kaybetmemen için, sabahları alıcı bir gözle etrafına şöyle bir bak istersen; bak işte tam şurada çiçek açmış bir armut ağacı var. Eğer hiç şaşırmadıysan, bundan sonraki cümleleri okumanı istemem; bundan sonrasının seninle bir ilgisi yok çünkü. Biz şaşıranla şaşırmaya devam edelim: Meğerse tam şurada bir armut ağacı varmış, onu kim dikmiş bilmiyoruz, bu hengâme içinde nasıl büyümüş, nasıl kendini korumuş onu da bilmiyoruz. Belki de kimsenin gözüne ilişmemiş olmak hayatını kurtardı, bir başına sessizce büyüdü aramızda, dallanıp budaklandı, gölge sahibi oldu. Bu yoldan defalarca geçtiğimiz, bu duvar dibini defalarca kullandığımız halde burada bir ağacın büyüdüğünü belli ki fark etmemişiz. Biz ağaçlı bir uzak bahçe ya da sessiz bir orman evi hayali kurarken o hep yanı başımızdaymış meğer. Burada göremediğimizi gidip bir başka yerde göreceğimizi düşünüp durmuşuz. Çiçekler açmış ve solmuş, açmış ve solmuş, açmış ve solmuş. Şimdi başımızı kaldırınca, böyle birden, nasıl şaşırtıyor insanı; hala çiçek açmayı unutmamış bir armut ağacı…
Bak şurada, biraz ileride, birbirlerinin elinden tutmuş, aheste adımlarla yürüyen bir dede-torun da var. Bu ne duyarsızlık böyle, üstelik sabahın bu saatinde; insanlar duraklara, metro istasyonlarına, vapur iskelelerine koşarken. Sanki bu şehirde yaşamıyorlar, bu şehir onları hiç ilgilendirmiyor. Çocuk gülerek bir şeyler anlatıyor dedesine, dede kahkahayla yanıtlıyor çocuğu. Biri henüz hayatının başında, dünya telaşı nedir bilmiyor; öbürü boşanmış bütün telaşlarından, sonunda bir çocukla çocuk olmuş. Tam o armut ağacının altına gelince, birden durup başlarını yukarıya kaldırıyorlar. Dede, çocuk ve sayısız çiçek, bir bahar sabahı kentin ortasında herkesin kıyısından geçip gittiği uzak bir adaya benziyor. Bir adam telaşla saatine bakıyor, bir kadın tedirginlikle çantasını karıştırıyor, bir delikanlı telefonda arkadaşına yüksek sesle nerede kaldığını soruyor, kedi can havliyle kendini kaldırıma atıyor. İki arkadaş, çiçekle selamlaşmaları bitince, yine aynı yavaş adımlar, yine aynı keyif çatmalarla yollarına devam ediyorlar. Birisi yolun henüz başında, öbürü sonuna gelmiş. Bir sabah vakti dünya, ikisinin hayatı arasına kurulmuş bir mahşer yerine benziyor…
Sabahları uyanınca kendini hemen dünyaya kaptırma! Çünkü günün ilk saatleri bütün bir gün boyunca düşmez yakandan; pek çok sakarlık yaparsın, insanlarla aran bozulur, bazen kazancını yele verirsin. İyisi mi sakin adımlarla in merdivenlerden, apartman kapısından çıkınca başını kaldırıp göğe bak; göğe bakmak insanı kısaltır. Göz hizana geri döndüğünde, şu küçük kıpırtıların şu büyük âlemde hiçbir şeyi değiştirmediğini fark edersin. Biraz ince düşünceliysen, başını gökten yere çevirdiğinde, çevrendeki telaşta çocukça bir yan, gülümsenecek bir saflık olduğunu da görürsün. Bütün bu koşuşturma aslında göğe bakmamak, onu unutmak içindir belki de. Dünyanın taşınabilecek küçük yükleri dururken kim o büyük boşluğun ağırlığını sırtlanmak ister ki! Evlerimizin bizi yalnızca mevsimlerden ve birbirimizden koruduğunu mu zannediyorsun? İşlerimiz bitince akşamları üstümüz açıkta kalmasın, geceleri âlemin esrarı aklımızı başımızdan almasın diye, başımızı bir yerlere sokmaya mecburuz. Hangimiz yıldızların bizi korkuttuğunu ve küçük düşürdüğünü tecrübe etmedik. Yine de sabahları uyandığında göğe bakmayı ihmal etme; bırak başkaları değil de o alsın boyunun ölçüsünü. Hem evrende koşarak varılacak bir yer olmadığını da tembihlersin kendine…