Gençken altı çizilmiş satırların güzelliği

Taşradaydık. Uzun kış gecelerinde, yarı bodrum kattaki evimizin bir köşesine çekiliyor, istisnasız her gün saatlerce kitap okuyorduk. Aramızda adı konulmamış bir yarış yaşanmaktaydı sanki; mevsimlere, ergenlik sancılarımıza, insanların hayat gailelerine, evliliklere, doğumlara ve ölümlere aldırmadan birimiz öbürümüzden daha fazla kitap devirme sevdasına düşmüştük. Arada bir birbirimizle, çok heyecanlandığımız ya da anlamakta güçlük çektiğimiz bölümleri paylaştığımız da olurdu. Birkaç kafa, bir cümlenin ya da bir paragrafın başına eğilir, yabancı bir araziyi gözden geçirir gibi gözden geçirir, sonra da uzun uzun fikirlerimizi paylaşırdık. O zamanlar havalı kavramlarımız yoktu; “metinler arası” yolculuklara çıkıyor ama yaptığımızın “metinler arası” bir yolculuk olduğunu hiç bilmiyorduk. Muhammed Ebu Reyye’nin karşısına Mustafa Sıbai’yi getirip oturtuyor, Krişnamurti’yi ise alıp Buda’nın ormanına götürüyorduk. Mutfakta birkaç kez yeniden demlenen çay, dışarıya çıkarsa üşümesin diye odada ağırlanan duman, gecenin bir vaktinden sonra çerçevesi dağılmış ve artık çığırından çıkmış tartışma hayatımızın olağan parçalarıydı. O yıllarda biz dünyayı kitaplar yoluyla kafamıza sığdırmaya çalışan acemi okurlardık…
Kitap okurken hepimizin elinde mutlaka bir kalem bulunurdu. Kıyamadığımız kitaplarımızı kalıcı bir iz kalmasın, istediğimiz zaman silinebilsin diye özellikle kurşun kalemlerle çizerdik. Bir kitaba başlarken ya da kaldığımız sayfasını aralamadan önce kurşun kalemlerimizi kalemtıraşla açıp yeni görevine hazır hale getirmek kendi içinde küçük bir tören sayılırdı. Böyle yapmakla onu biraz sonra karşılaşacağımız taptaze düşüncelere de layık hale getirdiğimize inanırdık. Bir cümlenin altını henüz sivriltilmiş bir kurşun kalemle çizmenin tadını nasıl anlatabilirim ki! Ama bundan daha heyecan verici olanı elbette kitabın sayfalarında altını çizecek bir cümleye rastladığımız andı. Hiç abartmadan söyleyeyim; kalp çarpıntımız artar, birden kafamızda çok karanlık bir mağara aydınlanmış hissine kapılır ve o cümleler sonsuza kadar bizim olsun diye altını özenle çizerdik. Ellerimizin o anlardaki hevesini tasvir etmem de hiç kolay değil; kitabın içerisinde açılan ışıklı yolun ziyası kaybolmasın diye, titizlenerek çekerdik kalemi. Bir cümleyi öbürlerinden ayırıp altını çizmek, dünyadan kitaba doğru yapılan devrimci bir yürüyüşe benzerdi…
İşte şimdi, kırlaşmaya başlamış saçlarımın saçak altına oturmuş, birkaç on yıl önce altını çizdiğimiz satırları düşünüyorum. Odada duman yok, mutfaktaki çay bir kere demlenmiş ve altındaki ateş söndürülmüş, arkadaşlarımın pek çoğunun nereye dağıldığını bilmiyorum. Ama arkamda, onlarla birlikteyken okuduğum, tartıştığım kitaplar hatıralarımıza bekçilik etmeyi sürdürüyor. Ve aklımda çok gençken sorulmayan, sorulsa da cevabı kâmilen verilemeyecek bir soru dolaşıyor: Biz o yıllarda niye bazı cümlelerin altını çizer, niye bazılarını bu onurdan mahrum bırakırdık? Pek çok ortak yanımıza rağmen, bir yazarın aynı kitabını aynı dönemde ve aynı atmosferde okumuş olsak da çoğunlukla başka başka cümlelerin oltasına takılıyorduk. Şimdi kalksam, yirmili yaşlarımın her iki yakasında okuduğum kitapları raftan indirsem, bu soruya kendi ruh coğrafyamdan bir cevap verebilirim belki. Ama bunu yapacak cesareti bulamıyorum kendimde; böyle bir yüzleşme için henüz hazır değilim. Dönüp bir zamanlar altını çizdiğimiz satırlara bakmak, gençlik çağımızda çekildiğimiz fotoğraflara bakmaktan çok daha ağırdır çünkü. Hem yıllar önceki aklımızın o taze yemişlerini, defalarca bilenmiş bir bıçağın önüne atmaya ne hakkım var…
Niye saklayayım ki! Yolum bir sahafa düştüğünde, eski kitapların içinde kalakalmış altı çizili satırları arıyor gözüm. Böyle cümleler görünce, sanki kutsal cümleler bulmuş gibi heyecanla okumaya başlıyor ve bazı harflerin altına ebedi şeritler çeken şu insanın kim olduğunu çözmeye çalışıyorum. Bir erkek mi bir kadın mıydı acaba; kaç yaşındaydı; bu satırları nerede, neleri düşünerek çizmişti, hala yaşıyor mu, yaşıyorsa şimdi aklından neler geçiyor? Bunları düşünmekte haksız değilim. Çünkü altı çizili satırlar o anki fikirlerimizin, hülyalarımızın, beklentilerimizin, inançlarımızın zamana yapıştırılmış tanıklarıdır. Yıllarla birlikte bu akıl ve kalp merdiveninin basamakları, bir zamanlar giydiğimiz elbiseler gibi albenilerini yitirirler. Artık başka düşüncelerimiz, başka hikâyelerimiz, bambaşka hedeflerimiz vardır. Ama durun! Albenisini yitiren onlar değil de her yeni giysinin içinde biraz daha eskiyen biz olmayalım! Altı çizili satırlar, aklımızın gençlik çağına asılmış kandiller gibidirler. Onların yerini zamanla, şurada burada öylesine kullanacağımız pratik bilgiler alır. Bir acıyı da imlese, genç iken altını çizdiğimiz bütün satırlar güzeldir…