Osmanlıların içtimai hayatında kadın erkek ilişkileri daima mesafeli olmuştur. Bunu sağlayan dinamiğin başta İslam dini olduğu şüphe götürmez. Geçmişte bir kadınla erkeğin sokakta yan yana samimi bir şekilde yürümesi, arabaya beraber binmesi, alışveriş sırasında veya vapurda durup uzun süre baş başa muhabbet etmesi çok sık rastlanan bir şey değildi. Bu durum, ister istemez genç çiftler arasında, her birinin kendine göre sembolik anlamları olan işaretlerden mürekkep farklı bir iletişimin doğmasına neden oldu. Ayakkabı bağcığını bağlama, pantolonun paçasını düzeltme, yolda yürürken aniden durma, kibriti farklı yakma, elde mendil yahut bir kâğıt parçası bulundurma gibi hepsinde ayrı bir anlamın gizli olduğu ve “işmar” (el, göz veya baş ile yapılan işaret) adıyla bildiğimiz bu iletişim yolunun vaktiyle çok kullanıldığı malumdur. Örneğin hanımların başına topuz yapmasından uzak bir yere gideceği, yapmamışsa yakınlarda olacağı, genç bir hanımın sağ gözünü bir kez kırpması saat birde iki kez kırpması saat ikide sevdiği ile tekrar karşılaşabileceği anlamına gelmekteydi. Elindeki yelpazesini sağ şakağına götürürse bir sıkıntısı olduğu, araba penceresinden sarkan ellerin parmakları adedinden kaç gün sonra bulaşabilecekleri, şemsiyesini açarsa takip etmemesi lazım geldiği, yakasını çekip hızla yürürse daha ilerilerde bir mekânda görüşebilecekleri anlaşılırdı.
Her mimik başka bir mesaj
Gençler arasında bazen bir mendil, sözle anlatmak istediğinizden daha fazla şeyler ifade edebilirdi. Hanımların mendilini gözlerine götürüp bir müddet orada tutmasından, sadece bir gözüne dokundurmasından, alnına, burnuna veya ağzına doğru götürüp az yahut çok tutmasından, yelpaze gibi kullanmasından; “ağlamak istiyorum”, “seni nereden gördüm keşke görmeseydim”, “gözlerim kör olsun ki ben vefasız değilim”, “birileri bizi gözetliyor”, “haber yolladığın şeyleri ben söylemedim”, “ağlayacağım ağlayamıyorum”, “sana söyleyeceğim neler var zalim” gibi anlamlar çıkarmak mümkündü.
Yine hanımların dışarda dolaşırken yanlarından ayırmadıkları şemsiyeler de sembolik anlamları olan iletişim araçlarından biriydi. Mesela şemsiyenin hafif yan tarafa eğilmesi “gücendiği”, daha fazla eğilmesi “darıldığı” anlamına gelmekteydi. Şemsiye ile tamamen yüzü kapatmak “yüzünü bir daha görmek istemiyorum” demek iken şemsiyenin ön tarafa eğilmesi “hoş geldin safa getirdin” in bir ifadesiydi. Kaş çatmalar, göz süzmeler, kalbe el götürmeler, gözleri kapayıp uzun uzun nefes almalar, şehadet parmağını ağıza götürüp “sana bir sözüm var” demeler, “dikkatli bakma görüleceğiz” anlamına gelen kaş oynatmalar, göz kapaklarını ağır ağır indirip kapatarak “teşekkür etmeler” ve buna benzer daha nice jest ve mimikler geçmişte genç âşıkların incelik dolu muhabbetine birer örnekti. Bugün ise gençler arasında kaçamak ve utangaç birkaç bakışın, yere düşürülen bir mendilin ya da yakaya iliştirilmiş bir çiçeğin hükmü ne yazık ki kalmadı.
Tanzimat’tan günümüze aşk evlilikleri
Osmanlı toplumunda kadın ve erkeğin kendi istekleri doğrultusunda, anne-baba onayı almaya gerek duymadan evlenebilme düşüncesinin ortaya çıkması, İslam ile örülü gelenek anlayışı karşısında radikal bir çıkış olarak kabul edilmiştir. Lakin günümüze kadar, Batı zihniyeti ile örtüşen ve adına aşk evliliği denilen bu modern anlayış içerisinde biraz da olsa hala kendimiz olarak kalabiliyorsak bunun iki sebebi olduğu düşünülebilir. Birincisi içtimai hayatın merkezinde yer alan din; ikincisi ise ailelerin evlenecek çiftlerin toplumsal ve mali yüklerini üstlenmiş olmaları…
Tanzimat sonrası oluşan yeni düşünsel yapı önce eğitimli üst düzey çevrelerin özel yaşamında kendini göstermeye başladı. Osmanlı elitistlerinde hürriyet fikri sadece mevcut siyasi koşullara karşı savundukları bir söylem değildi. Onlar sosyal hayatta da özgür olmanın peşindeydiler. Bunun en önemli tezahürleri de evlilik ve aile içi ilişkilerde görülmüştü. 19. yy’in sonlarına doğru “aşk ve evlilikte özgür seçim” konusunu işleyen birçok roman ve piyes ortaya çıktı. Şinasi, Batılı tarzda yazdığı ilk piyes olan “Şair Evlenmesi” adlı eserinde görücü usulü evlilikleri geri kalmışlığın bir nişanesi sayıyordu adeta. Bu dönemde çok sayıda Fransızca eseri orijinalinden okuyabilen eğitimli kesim, Avrupa’da yaşanan sosyal hayatın heveslisi olmuştu. Orta sınıf ise bu tarz eserlere ancak 20. yy’den sonra özellikle okuryazarlığın artmasıyla beraber ulaşabildi. Ayrıca gazetelerde tercüme halinde tefrika edilmiş alafranga hayatları konu alan romanlar sayesinde modern yaşamın hususiyetleri daha geniş kitleler tarafından da tanınmaya başlandı. Edebi eserlerle sunulan bu yeni aşk tanımının Tanzimat sonrası değişim sürecine giren Osmanlı toplumunda yukarıdan aşağıya doğru karşılık bulduğu bir gerçek. Namık Kemal bu romantik temalı metinlerin esnaf ve hizmetçiler tarafından bile okunduğunu ya da bir şekilde duyulduğunu düşünüyordu. O yıllarda Şemsettin Sami’nin yazdığı “Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat” adlı eserde ailelerinin engellemeleri ile karşı karşıya kalan genç bir çiftin trajik öyküsü hayretle okunmuştu. Bu ve buna benzer Tanzimat sonrası edebi eserlere çok sayıda örnek verebiliriz. Ancak şunu da söyleyelim; romanların baş konusu aşk olmakla birlikte saygın bir ailenin ferdi olarak genç bir kızın, delice bir âşık kadın rolünde ifade edilmesi de oldukça zordu. Hatta aydınların bir kısmı, toplumun geleneksel eğilimlerine rağmen kendine bir yol bulan bu yeni evlilik ve aşk anlayışının, hem Osmanlı toplumunun bireyciliğe karşı olan tutumunu hem de dolaylı olarak devlet otoritesini tehlike altına alabileceğini düşündü. Keza Ziya Gökalp, batı tipi bireyciliğe dayalı bir hayat anlayışının ahlaki çöküntüye neden olacağını savunuyordu. Özgür aşk ve bunun aile üzerinde yarattığı yıkıcı etkinin, 1920’lerden sonra kaleme alınan bu tarz romanların ana teması arasında yer alması da dikkat çekicidir.
Batılı hayat tarzı yaygınlaşınca
Bizde 1930’lu yıllardan sonra aşk evliliklerinin arttığı söylense de bu durum, genç çiftlerin ailelerinden koptukları anlamına gelmiyordu. Gençler yine ailelerine başvuruyor, erkek tarafı geleneksel kalıplar içerisinde kızı yine babasından istiyordu. Tabi bu süreçte geçmişte aile onayını almadan yapılan evliliklerin oranını hesaplamak zor gibi görünse de bu meseleyi sosyal hayatın sürekliliği bağlamında değerlendirmek daha doğru olur. Netice itibariyle Osmanlı modernleşmesi sadece devlet kurumları ile sınırlı kalmamış, sosyal hayatı da derinden etkilemişti. Cumhuriyet sonrasında Batılı hayat tarzı resmilik kazanınca aşk evliliklerinin önü daha da açılmış oldu. Günümüzde ise tüketim toplumunun fertleri, Amerikan tarzı hayat algısıyla bu seçimi (aşk evliliklerini) çağdaşlığın bir gereği saymaya başladı.