İnsan geçmişini kendisine yol yapmıştır; neredeyse her gün bir ya da birkaç kez o hatıralar ülkesine yolculuğa çıkar. Bir yaz günü mesela, örtüsü yaprak desenli ucuz bir masanın başında otururken, birden kendimizi artık çok uzaklarda kalmış ve geri dönülmesi de mümkün olmayan bir yerde buluruz. Ya da güz, sararmış yapraklarını ayakucumuza bir intikam vesikası gibi sererken, belleğimiz hususi albümümüzden hiç umulmadık bir sayfa aralar; neden o sayfa aralanmıştır, bu bile muamma! Daha çocuk yaştan başlayarak geçmiş yakamızı hiç bırakmaz. Hatta içimizden bazıları hazin bir şekilde bu günden bu günün hayatından koparak, kişisel tarihlerini bir sığınak haline getirirler. Yaşadıkları anın ağırlığını taşıyamadıklarından olsa gerek, her fırsatta o sığınağa döner, çevrelerindekilere de ancak orada kendilerini ziyaret ederlerse bir merhabalaşma şansı tanırlar. Oysa bu, duygudaşlık kurulması pek de mümkün olmayan, sadece onlara ait bir geçmiştir. En yakın dostlarımız bile olsa olsa, eski hikâyelerimizin iyi birer dinleyicisidirler. İnsan hatıralarını bir başkasının hafızasına giydiremez…
Bazen de geçmişimize törensel bir hava içinde gitmek isteriz. Bir başımıza ya da birileriyle birlikte mektupları tekrar zarflarından çıkarır, günlüklerimizi açar okur, fotoğraf albümümüzün sayfalarını çevirir, eski bir video kaydını oynatır veya sosyal medya hesabımızın mazisini gözden geçiririz. Geçmişe gitmek bazıları için havalandırmaya çıkmak bazıları için de bir cehenneme geri dönmektir. Ve ne garip; eski mutlu günler gibi ıstıraplar da bizi hep yanlarına çağırır. Evvel zamanımıza dalarken yüzümüzden bazı gölgeler geçer; bunlar çoğunlukla dışarıdan kolaylıkla anlaşılmayacak gölgelerdir. Özellikle kadınlar, geçmişi anımsarken hem çok şey hissetmekte hem de hiçbir şey hissettirmemekte mahirdirler. Çoğunlukla dönüp hesaplaşamayacağımız tortular, adeta kendilerini sulayalım diye bizi sürekli geriye çağırırlar. Yaşanmış ve yaşlanmış bir kaderin direnci, kimi zaman “an”dan ve gelecekten çok daha sağlamdır. Ve aslında geçmişe yolculuk kendimize yolculuktur; psikologların hastalarını sıkça o direnç bölgelerine doğru bir seyahate çıkarmaları bu sebepledir. Bize bir şeyleri itiraf ettirmek, özenle sarıp sarmaladıklarımızın kabuğunu çatlatmak isterler. İyi bilirler ki itiraf güvenli bir muhatap arar…
Romanın Batı toplumlarında çok gelişmiş olmasını, Hıristiyanlıktaki itiraf kültürüne bağlayanlar da vardır. Kilisenin günahkârlara tanıdığı bu ayrıcalığı romancı okuyucularının tamamına hasreder. Bizi roman okumaya yönelten sebeplerden biri, orada, itiraf edemediklerimizi itiraf eden birilerinin olmasıdır. Okurla kahraman arasında mahrem, üçüncü bir kişiye açılmayacak türden bir ilişki, kitap boyunca sürer gider. Ama insan geçmişe sadece başından geçenleri görmek için gitmez; oraya başından geçmesini istediği şeyleri gözden geçirmek için de gider. Bir vakitler açmadığımız bir kapının kilidini kontrol etmek soyumuzun tuhaf arzularından biridir. Bazıları, o kapının artık geçmişte kaldığını, kilidinin paslandığını, menteşelerinin birbirine yapıştığını nedense görmek istemez. Bazı iflah olmaz geçmiş hastaları, hangi malzemeden yapıldığını bilmediğimiz bir üstüpüyle sıkça geçmişin kapılarına gider, inatla onun pasını silmeye çalışırlar. Bazen bunu başardığı zehabına kapılıp, araladıkları kanattan içeri girenler bile vardır. Ama özellikle onlar, bir daha asla oraya dönmemek üzere geri gelirler. Geçmişe gelin gidilemeyeceğini, son bir yıkımla öğrenmişlerdir…
César Vallejo şiirlerinden birine “Saatlerin Zorbalığı” adını vermiş, Tolstoy ise bu zorbalık yüzünden zamanın mağduru olmayalım diye bizi “an”a çağırmıştı. “Geçmiş”in geçmişte kaldığını geleceğin ise henüz gelmemiş olduğunu, her ikisinin de yok hükmünde sayılması gerektiğini söylemek kolay! Kolay, çünkü biz insanlar “an”da ikamet etmek konusunda pek beceriksizizdir. Hep bir eksiklik halinde kâh geçmişe kâh geleceğe göç edip dururuz. Dünyada sayılı günleri kalanlar bile bir yandan şu kısacık geleceğe doğru ümitvar bir yolculuğa çıkar, öbür yandan da geçmişten birçok hatıra getirip ölümün kapısına yığarlar. Hatıralar, ömrün sonuna Azrail’e barikat kurduğumuz bir malzeme haline gelir. Bu zayıf ama çok değerli bir malzemedir. Sonunda Azrail can havliyle karşısına diktiğimiz çocukluk gülüşlerimize, taşı sıksak suyunu çıkaracağımız günlere, çevremize ürküntü veren çatık kaşımıza, sabahları neşeyle dolaşmaya çıktığımız şehirlere, parıltılı bir zekâyla yaptığımız planlara, başarılarımızın hazzına ya da hep bir kayıpla kapattığımız günlere aldırmadan kalbimizin fişini çekiverir. Ölüm, sıkça geçmişine giden insanın hatıralarından ebediyen kurtulmasıdır. Artık o da, bir başkası tarafından hatırlanacak olan geçmiştir…