Gece metrosu

Şehir dışına çıkmış, sıkça yaptığım gibi gazeteleri, televizyon haberlerini, sosyal medyayı takip etmeden huzurlu birkaç gün geçirmiştim. Otel odalarını eskiden beri severim; hatta bazen sırf bir otel odasında kalayım diye davetleri kabul ettiğim olur. Kimseye ait olmayan bu odalar, bizi birkaç günlüğüne sorumluluklarımızdan, akşam bir görevli gibi gittiğimiz evlerden, alış veriş telaşından, mesai yükünden kurtarır. Yaşadığım huzurda, kaldığım otel odasının hakkını da teslim etmem gerekir. Ama insan garip bir varlıktır; döneceği vakit biraz gecikse, uçağını ya da otobüsünü kaçırsa, şu birkaç günlük huzur yerini birden huzursuzluğa bırakır. Tekrar geriye dönmek, kendimizi bir fazlalık gibi hissetmemize sebep olur. Hevesle gezdiğimiz sokakların, oturduğumuz mekânın, kaldığımız otel odasının havası değişmiş, her yerden yabancılığın nemi sızmaya başlamıştır. Böyle zamanlarda, uzak taşra şehirlerindeki huzurun da aslında bir müddet meselesi olduğunu, planlanmış zamanı ihlal ettiğinizde orada bir suçlu gibi içinize çekilmek zorunda kalacağınızı bilirsiniz. Ayrılmaya karar verdiğimiz eve geri dönmek ruha ağır gelir…
Ruhumu birazcık da olsa tanıdığım için, gittiğim yerlerden dönme vakti gelince hareket saatinden epey önce otogar ya da havaalanında yerimi alırım. Son şehir dışı seyahatimde de öyle yaptım; bir buçuk saat önceden havaalanında yerimi alıp, akşam geç bir vakitte İstanbul’a dönmenin meşakkatini düşünerek uçağın yere inmesini bekledim. Son metro seferlerinden birine yetişebilirsem, işim fazlasıyla kolaylaşacaktı. Öyle de oldu. Uçaktan indim, küçük sırt çantamı alıp hızla metro durağına vardım ve bir grup yolcuyla beraber boş vagonlara doluşup yola çıktık. Tren her istasyonda birkaç yolcu alıyor, ben de gecenin bir vaktinde şehrin bir yerinden bir başka yerine giden bu insanların yüzlerine bakıp, beden dillerini süzüyordum. Sizin de bileceğiniz gibi göz tarafsız değildir; insan bakarken aynı anda yorumlamaya başlar. İşte ben, kendini karanlığın içine bırakmış bir sürü yüz ve bir sürü beden görüyordum. Yeterince boş yer olduğu için, gelip sükûnetle bir koltuğa oturan bu insanlar, gündüz ahalisine hiç benzemiyorlardı. Onlarla aynı giysileri giydikleri, aynı telefonları kullandıkları, aynı makyajları yaptıkları halde, sanki bilinmeyen bir yere gitmek için yola çıkmış ama vasıtalarını kaçırdıkları için geriye dönmek zorunda kalmış birer tehir kurbanıydılar…
Zannedildiği gibi tehlikeli olan gece değil gündüzdür. Karanlıkta her şey aslına rücu eder; kurt kurtluğuna, korkak korkaklığına. Oysa gündüz hepimizin bir parçasını inşa ettiği devasa bir tiyatro sahnesidir. Sıkça o sahneye çıkar, oyunumuzu oynar, sonra da aşağıya ineriz. Karanlık, herkesin kendine, kendi evine, ruhuna ve suretine döndüğü alışıldık bir göç yurdudur. Suratlar düşer, bedenin her bir uzvu yorgunluk yüzünden sarkmaya başlar, konuşmaların tadı değişir, temkin elden bırakılır. Geceleri son seferlerini yapmakta olan vapurların, otobüslerin ya da trenlerin hepsi, bir oyundan çıkmış olanların yorgunluğunu taşıdıkları için yükleri pek ağırdır. Daha biner binmez, bir yere gidiyormuş gibi yapan ama aslında hiçbir yere gitmeyen bir vasıtanın içinde olduğunuzu anlarsınız. Çevrenizdeki insanlarda ne bir telaş, ne bir heyecan vardır. Evleri olduğu halde evsiz, bekleyenleri olduğu halde beklentisizdirler. İnecekleri istasyon yaklaşırken bir hazırlığa girişmez, oraya vardıklarında birden inmeye karar vermiş bir halde yerlerinden kalkarlar. Onları çağıran şu cılız sebep olmasa, yolculuğun ebediyen devam etmesini ister gibidirler. Ama sonunda hepsi de inecekleri istasyonda inerler. Çünkü duraklarını ezberlemişlerdir…
Gece trenlerinin, gece otobüslerinin ve gece vapurlarının mezbahayı anımsatan bir yanı da vardır. İnsanlar, kaderlerine boyun eğmiş kurbanlıklar gibi ya gözlerini kısarak dışarıda bir yerlere ya da gözlerini indirerek içlerinde bir yere bakarlar. Her iki bakış da, dünyanın mülklerinden soğumuştur. Bunlar boş insan gözleridir; baktıkları yerde hiçbir şey görmezler. Arada bir geceyi hevesiyle dolduran, gülüşüyle yeşerten birileri aralarına katıldığında, hayat külliyen bir bilmeceye dönüşür. İşte aynı mekânda birbirine çok benzeyen iki farklı tür bir araya gelmiştir. Soru yol boyunca ağırlaşır: Dünya, şu sinesine çekilerek susan yorgunlara ait bir yer midir yoksa şu kahkaha çiçeklerine ait bir yer mi? Sönmüş bir arzuyla henüz ısınmaya başlayan öteki arzu gecenin bir vaktinde buzunu ve ateşini koridora bırakır. Mesafe akmakta, zaman biraz daha geceye sokulmakta, istasyonlar azalmakta ama buz da ateş de ısrarından vazgeçmemektedir. Sonra yorgunlar arasından biri, birden gözünü kahkaha atanlardan yana çevirip bakar. İçinde bir öfke, bir küçümseme, bir kıskançlık olmayan bu bakış kahkahayı ağızlardan alıp uzayın boşluğuna savurur. Bu, artık hiçbir hevesi kalmamış olanın acımasız hamlesidir. Son istasyona gelindiğinde makinist boş vagonlara bakarken esner ve sahne kapanır…