Gaziler: ah ile gurur arasında

Doğu Türkistan “Eğitim merkezi” olarak adlandırılan toplama kamplarıyla yeniden gündemde. Eğitim yöntemleri ise çok farklı, yüz binlerce insan üzerine uygulanan şiddet, fiziksel ve ruhsal işkence, tecavüz… İnsanlığın bir türlü öğrenemediği, tekerrür eden tarih dersi. Bir gün o da bitecek, bir gün orada, o işkence kamplarında başından geçenleri anlatabilecek, ölülerin isimlerini sayabilecek biri hayatta kalacak, insanlığa ders olsun diye. Tarih tekerrür ediyor, sevgili Mehmet Akif. Bir şey de öğrendiğimiz yok. Kimileri yaşadıklarını bir an önce unutmak için dünyanın öbür ucuna gidecek, bir iki kuşak sonra yeni ortamda asimile olacak… Kimi ise inadına, kimliğiyle, hatıratlarıyla ecdatlarının toprağında kalacak. Çevresinde mezar taşları ve eski komşuların yıkık evleri. Kutsamış olduğumuz mücadelesini unutacağız, dikkatimiz gündemde olan başka bir hikayeye, başka bir diziye çevrilecek veya günlük kavgamıza.
Auschwıts’ten sonra, bir daha kimsenin başına gelmesin dememizin ardından upuzun Filistin soykırımı başladı. Biz, insanlar, biz, Tek Tanrı’ya inandığımızı iddia edenler, biz, insan haklarını, çevreyi savunanlar, yürüyüşlere çıkarken ellerimizi duaya, yumruklarımızı sloganlarla birlikte yukarıya kaldırırken, bir daha kimsenin başına gelmesin diye bağırıyorduk. Filistin halkı toprağından sürgün edilirken, ellerinde taşlarla bir avuç toprağını, kimliğini koruyan Filistinli çocukları alkışladık, gözümüzden bir damla yaş süzüldü. Ertesi gün o çocuğun şehadetini duyunca kafamızı sallayıp içimizden katilleri lanetledik; Allah zalimleri mahvetsin, bir daha kimsenin başına gelmesin sözleriyle kendi küçük kavgalarımıza dönüp Filistinli çocuğu unuttuk. Filistinlilere ise her tarafı çevrili küçük bir getto, bir Gazze kalmıştı
Ve Srebrenica oldu ve Ruanda. Bosna’da, doksan iki senesinde Prijedor da oldu, toplama kampları, soykırım, sürgünler. Acep, ölüm kamplarından, sırf olup bitenleri anlatabilsin, sayılı şehadetlerin şahidi olsun diye, insanlığa ders olsun diye bir kerametle hayatta kalanlar oldu. Ve bizim küçük kavgalar dediğimiz; konu komşunun dediklerinden, patronun, dekanın, kaynananın, kendinden bir üstte olanın çektirdiklerinden, falanın evinde gördüğümüz yeni mobilyadan, makam arabasından, partilerden, ideolojilerden, hırslarımızdan, öfkelerimizden, aç gözlülüğümüzden, kıskançlıklarımızdan, intikam planlarımızdan ibaret küçük, bireysel bencillik kavgaları. Gözümüzün önündeki bu meyvesiz nefs ağacından dünyada acı ile kıvranan mağdur dolusu ormanları göremez oluyoruz. Ne yapabiliriz ki deyip başımızı çeviriyoruz. Filistin nerde, ben neredeyim? Ya Suriye? Hele de Çin ve sınırları içindeki Doğu Türkistan…
Doğu Türkistan’da Bosna Hersek’teki Boşnak nüfusu kadar insan toplama kampında işkencelerle ‘eğitim’ görüyor. Eğitimin hedefi: Kimliğini unutturmak. Din, örf, adet, isim gibi kimlik unsurlarını unutturmak. Akla Mankurt Destanı ve Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel romanı geliyor. Tüm işkencelere rağmen, mankurtlaşmamış, kimliğiyle şahit olarak hayatta, ecdatlarının toprağında kalanlara destek olmak için yaptığımız bir şey var mı? Yok ya, biz acılar yaşandığı an üzülür, öfkelenir, zalimin zulmünü lanetler, dualar ederiz, kısa bir süre sonra her şeyi unutup, mağdurları kendi acılı hatıralarıyla baş başa bırakırız. Savaş sırasında empati kurabildiğimiz için tatmin olan, yardım toplayan, dualar ederek kendimizi avutan biz, en şiddetli acıları geçince, yeniden kendi kavgamıza, kendi dertlerimize dönüyoruz. Bazen gerçek dertler, bazen de dert olarak kafamıza taktığımız hırsımızın tohumu…
Dilimizdeki en ağır beddua “Allah seni kendi derdinle uğraştırsın” anlamındadır. Biz böyle “dertlerimizden” yakınırken başka bir insanın, başka bir kardeşimizin acısını, yaşadıklarını unutuyoruz. Bize sıra gelinceye kadar… Gerçek acı sırası… İşte, tarih bu yüzden tekerrür ediyor, sevgili Mehmet Akif. Bir şey de öğrenemiyoruz. O zor anlar geçince, her şeye, her türlü afete ve işkenceye rağmen hayatta kalabilenler için, ecdatlarının toprağını terk etmeyenlerin, yeni ortamda asimile olarak kimliğini yitirmeyi kabul etmeyenlerin insana layık, gururlu bir şekilde, başı dik, alın teriyle geçinerek yaşamaları için bir şey yapmadığımıza üzülüyorum. Şehitlere üzüleceğimize, gazileri destekleyerek mübarek gazalarına saygı göstermediğimize üzülüyorum. Şehitlerin hali değiştirilmez. Bekada onları cennet bekliyor, sorgusuz sualsiz! Ya gaziler, onlar yüzünden bize de hesap sorulmaz mı?
Neden bunları yazdım? Bosna Hersek’te, toplama kamplarında yaşadıkları işkencelerden, yakınlarını kaybettikten sonra, Lego yerine babalarının, kardeşlerinin, amcalarının kemiklerini toplu mezarlıklardan bir bir toplayıp, böylece onları ebediyete uğurladıktan sonra ecdatlarının toprağına, boş köylerine, yakılmış evlerin temellerine geri dönen insanlara iş imkanı verilmiyor. Kitap kurdu, kalemi güçlü, baba evini kendi elleriyle tekrar örmüş, üniversitede okuduğu halde inşaatlarda inanılmaz düşük bir yevmiyeyle işçi olarak geçinen bir dostum var. Bugün en azından bir iş yerine, bir mesaiye, annesine ve kız kardeşlerine gururlu bir şekilde bakmaya hakkı var. Selatin camilerinde namaz kılmasını hayal ettiği İstanbul’u görmeye de…
Sosyal medyada paylaştığım veya etiketlendiğim bir İstanbul fotoğrafımı, bir Türkiye fotoğrafımı her gördüğünde ne kadar derin bir ah çektiğini biliyorum. O ahtan korkuyorum işte. Gururlu bir hayata hakkı var çünkü.
İşte bu yüzden gündemdeki Doğu Türkistan toplama kamplarından kurtulup memleketinde kimliklerini koruyarak kalmaya karar vermiş insanların yarınlarını düşünüyorum… İnsanlar arasında en gururlu, en yılmamış olan bu gaziler, onurlu bir hayatı hak ediyorlar. Hak ettikleri hayatı bulamadıklarında ise, arşı titretecek ahlarından korkuyorum…