Çocukluğumun kasabasında dünya, bize haberleri ancak ikindi vakti ulaşan uzak bir yerdi. Şehirden bir öğlen vakti yola çıkan, midesi bulanan yolcular, tuvaleti gelmiş çocuklar, namaz kılmak isteyen ihtiyarlar ve doktordan dönen hastalar yüzünden birkaç kez mola vermek zorunda kalan otobüs, kasaba meydanına vardığında vakit epeyce ilerlemiş olurdu. Sigara dumanı, toz, ter ve kusmuk yüzünden midesi kalkmış bir avuç insan, sersem bir halde, sallanarak canlarını dışarı atar, tam o anda kimileri bütün bir havayı göğüslerine çekmek istercesine derin bir nefes alır, rahatlamaya çalışırdı. Ömrünün son seferlerini ıssız taşra yollarında geçirmek zorunda kalmış otobüs ise, şoförü ve muaviniyle birlikte bir süre yapayalnız kalırdı meydanda. Uzaktan bakan biri için onun bu ıssızlığı hüzün vericiydi. Oysa biraz önce bu ıssız vasıtanın bagajına bir el uzanmış, kasabanın biricik gazetecisi günün gazetelerini sırtlanıp hemen dükkânına yollanmıştı bile. Dükkânda birkaç hükumet hademesi, sağlık ocağının hastabakıcısı, jandarma komutanının habercisi, banka müdürünün çaycısı sabırsızlıkla onu beklemekteydiler çünkü. Onların arasında kendi gazetelerini almaya gelmiş eşraf ve esnaftan birileri de olurdu mutlaka. Ben çocukken dünya, yorgun bir otobüsten telaşla gazete bayiine taşınan bir yerdi…
İlk gençliğimin küçük şehrinde, biz uyandığımızda gazeteleri dağıtan üstü kapalı dağıtım kamyonları çoktan ana bayiye yüklerini indirip gitmiş olurlardı. Sonra ana bayinin vasıtası yükünü yüklenir, şehrin şurasına burasına dağılmış mümessillerine gazete toplarını bırakır, çarşıya indiğimizde hepsini vitrine ya da tezgâha dizilmiş bulurduk. Bu bayiler içerisinde şehrin merkezinde olanı diğerlerine göre hem daha büyük hem de daha canlıydı. İnsanlar, eğer yolları önünden geçecekse, gazetelerini mutlaka oradan alırlardı. Sanki merkez bayide satılan gazetelerin haberleri ötekilere göre daha yeni, daha canlı, hatta daha sahiciydi. Bir de bunlar görmüş geçirmiş bayilerdi; bazıları kitapçılık da yapar, gözlüklerinin üstünden müşterilerini bir anlığına süzer, muhataplarının haber ehli mi yoksa kap kacak ve ansiklopedi abonesi mi olduklarını hemen anlarlardı. O yıllarda gazeteler, bayileri birer zücaciye dükkânına çevirmişlerdi. Mika tabaklar, cam kâseler ve ucuz porselenler onlara gönderilir, kupon biriktiren kadınlarla meslek dışı dilleşmeler vuku bulur ama sonunda eksikleri bir şekilde giderilir, mesele tatlıya bağlanırdı. Benim ilk gençliğimde dünya, haberlerini bir sabah vakti kap kacaklarla birlikte şehre gönderen biraz uzak bir yerdi…
Bir gün, Haydarpaşa Garı’ndaki bayinin önünde, telaşla sıramı beklerken buldum kendimi. Artık ilk gençlik günlerim durgun taşra göğünün altında kalmış, gelip büyük bir kente yerleşmiştim. Birazdan kalkacak olan banliyö trenini kaçırmamak için acele ediyordum. Ben de ötekiler gibi gazetemi alır almaz perona doğru koşmaya başlayacaktım. Şimdiki bayim, müşterilerinin çok az zamanları olduğunun farkındaydı; gazetelerin yerini ezbere biliyor, ivedilikle paranın üstünü veriyor ve çoğunlukla yüzümüze bile bakmadan sıradaki müşteriye geçiyordu. Burada, bu büyük kentte, gazete okurluğumun esrarı dağılmış gibiydi. Artık dünya, haberleri uzaklardan getirilen bir yer değil, haberin olduğu yerdi. Dahası, alıştığım düzen tersine dönmüş, bir zamanlar hayatımın geçtiği yerlerde neler olup bittiğini yurttan haberlerin verildiği sayfalardan takip etmeye başlamıştım. Tabiattan kaynaklı küçük felaketleri, namus cinayetlerini, valilik açıklamalarını okuduğumda aklım hep o küçük şehirlere, o küçük kasabalara gidiyordu. Doğrusu bir cazibesi yoktu bu haberlerin, hiç bilmediğim uzaklardan değil, çok iyi bildiğim bir durgunluktan geliyorlardı.
Gençliğimin sonuna doğru dünya, telaşlı bir banliyö treninden inerken, koltuğa bırakılmış haberlerden ibaretti…
İşte bir gazete binasındayım. Arkadaşlarım telaşla günün haberlerini ayıklamaya, sayfalara yerleştirmeye çalışıyor. Genel Yayın Yönetmeni ve editörler, ikindi vakti yarının manşetini atmak için toplantı odasına çekilmiş. Şimdi tam bu saatte bir otobüsün, uzak kasabalardan birinin meydanında durduğunu, bitkin yolcuların aşağıya inmekte olduğunu, kasabanın biricik bayisinin aceleyle gazete toplarını yüklenip dükkânına doğru yollandığını hayal etmekten alamıyorum kendimi. Kişisel yolculuğumun bu yeni durağında anlıyorum ki bir haberi yapmakla o haberi okumak arasında tarif edilemez bir mesafe vardır. Muhabirlerden, ajanslardan, hususi kaynaklardan gelen malumatlar, onları sütunlara taşıyan editörlerin elinde şekilden şekle giriyor ve yarın insanlar günlük gazetelerini açıp okurken, burada benzer bir malzeme yığını yeniden işlenmeye başlıyor. Bir bayiye uğrayıp vapurlara, otobüs duraklarına, metro istasyonlarına yetişmeye çalışanların telaşıyla, ertesi günün gazetesini yetiştirmeye çalışanların telaşı da hiç benzemiyor birbirine. Olayları haberleştirenlerle olaylardan haberdar olmak isteyenlerin arasında, ancak bir hastane odasında sonunu bekleyenlerin sezebileceği bir boşluk var. Olgunluk yaşımın başında anlıyorum ki dünya, ancak haberi yapılmayınca yaşanacak bir yerdir…