Fotokopi yerine hikaye

Hep utanmaya zorlanıyoruz, özür dilemeye, geri adım atmaya, evlere dönmeye. Hep korku içinde beklemeye sevk ediliyoruz: Biri, sokaklarla ilişkili ve her zaman kadınları sınırlamak için öne sürülen kullanışlı lekelerden birini asit niyetine yüzümüze boca edebilir ve çamur atılsa bile izi kalır. Oktay Akbal, mutfaklarında oturup kendileri gibi yobaz bir koca beklesinler, demişti ya… Daha ağır gelen, “bacı” ünvanının –nedense- sağladığı bir rastgele ve özensiz davranma, üstenci konuşma, durumu keskin bir dille tanımlama alışkanlığı.
Her türlü tanımlama çabası, sahih bir tanımadan yola çıkmıyorsa eğer, aynı zamanda bir sınırlama ve belirleme tehdidi anlamına gelebilir.

Kadın varlığına dönük bir soyut yüceltme Monna Rosa (şairliğiyle değil) okurluğuyla zirveye çıkagelmiştir hep. İdeal kadın gizemli bir edayla uzak bahçelerde dolaşmasını sürdürmeli. Bunun pratikteki karşılığı ise sıkıntılı bir mahcubiyet, geri adım talep eden muameleler. Müslümanlık açısından baktığımızda zaten ortak kamusal dilimiz sıkıntılı. Hikayelerimiz bu yüzden de tezlikle unutuluyor ve biricik gerçeklik şimdinin gazete manşetlerine indirgeniyor.

Hep “Büyük resmi görmüyor musun?” sorusu karşımıza çıkar, bir hikayenin ayrıntılarına yoğunlaştığımızda. Kötümser olmaya sevk eden gündemi bize uzak ülkelerden göndermiyorlar. Sibel Eraslan’ın edebiyat diliyle ilgili olarak aldığı ödülün kadın yazarları cesaretlendiren sembolik anlamı üzerine konuşmamız gerekirken neleri tartışıyoruz şimdi…
Yeterince konuşmadığımız nice başlık da “büyük resim” bakışının göz ardı ettiği ayrıntılara dönük dikkat kaybının eseri değil midir? Çözülmesi gereken bir iç barış meselemiz var. Savaşlar yüzünden milyonların yurtlarını terk etmesi olağan bir haber konusu haline geldi. Birbirini izleyen katliamların yarası yüreğimizi yakmaya devam ediyor. Toplumsal kutuplaşma ortak kamusal konuşmaları imkânsız hale getirdi neredeyse. İslam dünyası mezhep ayrılıkları ekseninde –aslında bir büyük yeniden paylaşım planının köhnemiş komplolar tezgâhında- büyük bir gerilim yaşıyor. Herkes birbirini suçluyor. Barış kahramanlığı hafife alınıyor.

Necip Fazıl’ın Reis Bey’e söylettiği üzere: “Herkesi bu hale birbiri getirdi, herkes herkesi affetsin! Başka ne çaremiz olabilir ki?”
Orası öyle, hazır kalıplarla düşünmenin zorlaştığı bir imtihan döneminden geçiyoruz, Wallerstein’ın deyişiyle “belalı bir dönem.” Bunun bir kehanet olmadığı ortada. Bölgemiz kanlı bir göçe sahne oluyor. Müslümanlar arasında ihtilafın bini bir para. Ortak değerleri hatırlatarak barış yoluyla bir dayanışma sağlamak, yaşanan bu tehlikeli kargaşanın arka planını anlamaya çalışmak ve çözümler aramak başlıca gündemimiz olmalıyken, neleri tartışıyoruz, bakın.

Sibel Eraslan –elbette açıklamasına sahip olduğu- bir cümle nedeniyle yargılanırken, kurduğu başka sayısız, binlerce cümle, zor şartlar altında yazılmış nice öykü ve kitap neden göz ardı ediliyor? Bir de bağlam okuması diye bir şey var. Bu açıdan bakılacak olursa tamamen tutarlı tek bir yazar gösterilebilir mi?
Bir yazarı eleştirmek gayet tabii, hatta asıl eleştirilmezliğin sıkıntılarını yaşıyoruz. Bir kadın yazara yöneltilen eleştiri de sırf o başörtülü diye kabul edilemez değil. Gelgelelim kadın bir yazar, kadınları lekelemek için kullanılan sıfatlarla dolu bir yazıyla hedef alındığında, sorular sormadan edemiyorsunuz. Üstelik kimse birbirinden uzak mesafelerde yaşamıyor, internet uzak mesafeleri yakın kılıyor, akla gelen soruların metne dökülmeden önce konuşulması da pekala mümkün.

Yazarak anlatma ısrarı, açık bir yara olmayı göze almak demek elbette, her zaman böyle olmuştur. Giderek daha sık hatırlıyorum Derrida’nın “Dil Darbesi” şeklindeki tanımını. Dilimizi yoksullaştıran süreç muaşeretimizi de dağıtmış. Ve Hüseyin Akın da ne kadar haklı: “Kimsenin hikayesi kalmadı, artık herkesin bir iktidarı var” diye yazmıştı geçtiğimiz günlerde, twitter’da.
Toplum olarak inceliklerimizi, muaşeretimizi yitirmemizin sebebi, bunları etkin kılan kaynaklardan yoksunlaşma. Büyük resim sandığımız fotokopiler yüzünden yakını bile göremez hale gelmişiz. Olguları ve konumları adlandırmada Babil Kulesi kargaşası yaşıyoruz ve işin içinden çıkamıyoruz hâlâ. Kurtuluşlara kapı açacak direniş bağımsız çalışan muhayyileyi gerektirir, muhayyile tarafından sınırlandırılan alanlara razı olmayı değil. Kendi kamusunu kurmaya mecbur kalan başörtülü yazarlar, “Yükseklerde Bir Yere” bağlılığın hayattaki karşılıklarının verdiği cesaretle bağımsız düşünmek nedir, bunu tanımışlardır. Dönüştürücü hayal gücü olmasaydı, başörtülü kadınlar da zamanında gerçekçi ve pragmatik davranmayı tercih etselerdi, verili kamuyu dönüştüren direniş nasıl gerçekleşirdi?

Elbette bu yaşadıklarımız bir tür yeniden doğuşun sancıları olarak da okunabilir. Giderek silikleştiği için ezberci olmaya zorlayan fotokopilerle yetinmek yerine varlığımızı “Biz” olarak okutmaya sevk eden kaynakları yeniden okumakla mükellefiz. Hiçbir şeyin hemen şimdi olup bitmediğini doğru dürüst anlatmayı başaran kurgular, hem gerçekler üzerine yeniden düşünmek hem de –Müslümanlığımızın tabii bir cüzü olması gereken- iyimser bakış açımızı tazelemek için öylesine gerekliler ki… Şairin mısralarında uzak diyarların gizemine sınırlanan kadınlar bu nedenle de şiirler, öyküler kaleme alıyorlar. Öykülerin dilinin ihtiyaç duyduğu gergef işi geçmişle bugün arasında gidip gelirken, hakkaniyetli bir görüş açısı daha bir mümkün hale geliyor.
Hikaye/öykü anlatıcısı her şeye rağmen nasıl da sabırlı bir direnişçi!

Roger Garaudy’den “roman” üzerine:

Derin gerçekliğin bilincine vardırmayan bir roman, ancak bayağı bir romandır. Belki de romanın, ‘Tanrı’sız bir dünyanın destanı ve trajedisi olduğu’ biraz aceleyle söylenmiş bir ifadedir. Çünkü roman da müzik gibi zamanın bir sanatıdır. Hayatlarımızda geçmişten kopuk, tam anlamıyla yeni bir şey zuhur etmedikçe ne gerçek zaman, ne de tam olarak insan tarihi vardır. Romanın zamanı, geleceğin, geçmişin ve şimdinin bir uzantısı olduğu takvimin, saatlerin, astronomların zamanı değildir. Romanın zamanı, yaratışın zamanıdır. Ama yazarın yaratışının değil de, bir insanın devam ettirdiği başka bir insanın yaratışının zamanı. (Genişletilmiş baskısı Pınar Yayınlarından çıkacak olan “Batı Terörizmi” kitabından.)