Fidel Castro: Devrimci mi, diktatör mü?

Fidel Castro öldüğü gün devrim romantizmine bağlı milyonlar yasa boğulurken, devrimin soğuk yüzünü tadan milyonlar sevinçten havalara uçmuş olmalı.

Fidel Castro, iki kutuplu soğuk savaş döneminin iki kutuplu karakteriydi. Bir kutuptan bakıldığında Küba’yı bir diktatörün elinden kurtaran devrimci bir kahraman, diğer kutuptan bakıldığında Küba’yı cehenneme çeviren bir zebaniydi. Zaman içinde sol romantizmin ürettiği bir popüler kültür ikonuna dönüştü ve gerçekte nasıl bir lider olduğu hiçbir zaman konuşulamadı. Ancak, hangi kutuptan bakılırsa bakılsın, Fidel Castro, yirminci yüzyılın en önemli siyasi figürlerinden biriydi.

Toprak sahibi varlıklı bir aileden gelen Castro, Soğuk Savaş yıllarının en hararetli döneminde, Amerika Birleşik Devletleri’nin burnunun dibinde, 1959 yılında Küba’da, beklenmedik bir şekilde devrim yaptı.

O sıralar ‘özgürlük savaşçısı’ olarak resmedilen Castro’nun Kübası nasıl olacaktı? Batista’nın iptal ettiği özgür ve demokratik seçimler geri gelecek miydi? Büyük ekonomik sıkıntılar içindeki Küba, yoksullukla baş edebilecek miydi?

Castro, devlet başkanı olarak değil, başbakan olarak göreve başladı. İlk icraatları nasıl bir Küba olacağının işaret fişeklerini ortaya koyuyordu. Ve ilk olarak, eski rejimin yüksek memurlarını kurşuna dizdirdi.

Aslında, devrim boyunca da aynı şeyleri yapıyorlardı. Romantik devrimcilerin “sevimli, yakışıklı, cici devrimci” olarak resmettiği Che Guevara, yüzlerce insanın infazından sorumluydu. Bir kısmını bizzat kendi infaz etmişti. Anılarına bakılacak olursa, bu infazların hiçbirinden pişman değildi ve devrimci şiddet ve disiplin için bu gerekliydi. Fidel Castro’nun kardeşi Raul Castro da “infazcı” olarak biliniyordu. Keza, Castro’nun da gerilla içinde ‘uslu durmayanları’ kendi silahıyla infaz ederken çekilmiş fotoğrafları mevcut.

ABD’den tepkiler yükselince, Fidel Castro, infazları durdurdu. Ve herkesi şaşırtan bir açıklama yatı. “Biz komünist değiliz” dedi. Bu sözünden yıllar sonra döndü.

Devrimin ilk yıllarında, rakip olabilecek isimleri teker teker ekarte etti. Buna Che Guevara da dahildi. Aslında, Che ile Fidel arasında hiçbir zaman açıktan bir çatışma yaşanmadı. Zaten karakterleri de oldukça farklıydı. Che, Castro’nun aksine kişisel iktidar hırsına sahip değildi. Castro’nun önceliği Küba’yı demir leblebi gibi bir ülke haline getirmekti, Che için ise Küba sadece bir basamaktı ve devrim ateşini dünyaya yayma fikri ona daha cazip geliyordu.

Yine de Che’yi devrimin merkezinden uzak tutuyordu Fidel. Devrimin ilk saatlerinde Havana’ya büyük bir zafer edasıyla giren Castro, Che’yi gözlerden uzak bir yerde, La Cabaña’da görevlendirmişti. Devrimin sonrasında ise Che’yi silahlı kuvvetlerden uzak tutmak için hiçbir birikimi ve tecrübesi olmamasına rağmen önce Sanayi Bakanlığı’na, ardından Şeker Bakanlığı’na atadı. Daha sonra, Che’nin uluslararası prestijinden yararlanmak ve üçüncü dünya ülkeleriyle bağlantı kurmak için Che’yi gayri resmi olarak Dışişleri Bakanlığı görevine getirdi.

Neticede Che Guevara, 1965’te Küba’dan ayrıldı ve iki yıl sonra Bolivya’da öldürüldü.

Castro’nun Küba’sı devrimden sonra bütünüyle Sovyetler Birliği’nin karakolu haline geldi. ABD’nin burnunun dibindeki bir karakol ülke, Rusya için bulunmaz Hint kumaşı gibiydi. ABD’nin sayısız suikast ve devirme girişimi de Castro’yu Sovyet Rusya’sının kucağına itti. Bu devirme girişimlerinin en bilineni, ABD’den silah ve mali destek sağladığı Kübalıların Nisan 1961’de giriştiği Domuzlar Körfezi Çıkarmasıdır.

Castro’nun tarihindeki en büyük krizlerden biri Türkiye’yi de yakından ilgilendiriyordu. Rusya, 1962’de Küba’ya balistik füzeler yerleştirdi. ABD Küba’yı deniz ablukasına aldı. Nükleer savaşın eşiğine gelindi. Kriz; ABD’nin Castro’yu devirme girişiminde bulunmayacağına güvence vermesi ve SSCB’nin Türkiye’deki Amerikan füze rampalarının kaldırılması karşılığında nükleer silahlarını Küba’dan geri çekmeyi kabul etmesiyle atlatıldı.

Castro, bu gelişmeler üzerine ABD ile bütün ticari bağlarını koparttı. Küba ekonomisi Rusya’nın yardımlarına ve Venezüella’nın petrol desteğine bağımlı oldu. Rusya, ihtiyacı olmadığı halde Küba’nın şeker ihracatının neredeyse tamamını satın alıyordu. Castro da Kübalı gençleri eğitim almaları için Rusya’ya gönderiyordu. Castro’lu yıllarda Küba’nın en başarılı olduğu alan, eğitim ve sağlık oldu. Bugün bile, ülkenin en büyük onur kaynağı tıp alanında sağladığı ilerlemedir.

Castro, Afrika’daki komünist rejimlere de askeri destek sağladı. Böylece, “Bağlantısızlar Hareketi” olarak bilinen girişime öncülük etti.

Uluslararası çapta “emperyalizm karşıtı bir lider” olarak sempati kazansa da Kübalı milyonlarca insan için o zalim bir diktatördü. Omuz omuza çarpıştığı bazı insanlar için bile öyle oldu.

Muhalefet kıvılcımının çıkabileceği hiçbir şeye izin vermiyordu. Ve fakat, Castro’nun bir popüler lider kültüne dönüşmesi, kurduğu baskıcı rejimin perdelenmesine neden oluyor, dünyadaki egemen sol kültür çevrelerinin tutucu tavırları yüzünden eleştirilmesini de engelliyordu. ABD’nin hışmına uğraması da bir bakıma Castro’nun elini ve imajını güçlendiriyordu.

Küba, dünyadan yalıtılmıştı ve bir hapishaneye dönüşmüştü. Herkesin birbirini ihbar ettiği, herkesin bir diğerinin gardiyanı haline dönüştüğü bir hapishaneye… Bir milyondan fazla insan kaçarak terk etti Küba’yı. Bazı Kübalılar, köpekbalıklarına yem olmak pahasına, yüzerek kaçma girişiminde bulunuyordu.

SSCB yıkılınca Küba daha zor günler yaşamaya başladı. ABD ile bütün ticari ilişkisini koparmakla övünen Castro, Amerikan dolarına izin verdi. Bu sayede turizm canlandı ve ülkenin en önemli sektörlerinden biri haline dönüştü.

2000’lere gelindiğinde, Castro’nun da Küba’nın da kabuğu kırılmaya başladı. Hastalığı ağırlaşan ve pijamalı bir adama dönüşen Castro, 2006 yılında iktidarı kardeşi Raul’a devretti.

Raul Castro, Obama döneminde ABD ile yakınlaştı. Donald Trump döneminde Küba-ABD ilişkileri nasıl olacak, göreceğiz. Trump’ın daha şimdiden Küba’ya yönelik çok sert açıklamaları gergin bir dönemin beklendiğine işaret ediyor.

Görünen o ki, Castro’nun ölümü, bildiğimiz Küba’nın da ölümü olacak. Küba, belki de 10 yıl içinde bildiğimiz Küba olmaktan çıkacak. Bu durum, başta Venezüella olmak üzere Latin Amerika’yı da etkileyecek.

Castro’nun imajının nasıl şekilleneceği de muamma. Sol romantizmi Che’yi “El Comandante” (komutan) sıfatıyla, Castro’yu ise “El Jefe” (şef, patron, lider) sıfatıyla anıyordu.

Romantik sol; devrimci şiddete inanan, insanları yargısız bir şekilde infaz eden, basın özgürlüğünün olmaması gerektiğini söyleyen, kadınların sadece “o şey” için olduğunu düşünen Che’yi kendi gerçeğinden kopararak dünyanın dört bir yanında fotoğrafları, gravürleri bulunan albenisi yüksek popüler bir imgeye dönüştürdü.

Castro; hiçbir zaman Che kadar popüler bir ikona dönüşemese de o da kendi gerçeğinden koparıldı; bir diktatörü devirip çok daha otoriter bir diktatöre dönüşmesi romantik solun umurunda olmadı ve kuvvetle muhtemel bundan sonrada olmayacak. Bir kral gidip yeni bir kral geldiğinde “Yaşasın Kral” diye bağıran şuursuz kitle gibi, romantik sol da duvar yazılarındaki gibi “hasta siempre” (sonsuza dek, daima) diyerek “Viva Castro” (Yaşa Castro) sloganları atacaktır.

Meseleye soğukkanlı bakanlar için Castro, bir “poster adamı” olmanın ötesinde, yirminci yüzyıl tarihine damga vurmuş önemli bir siyasi figür olarak anılacak. Fakat otuzlu yaşlarının başında, ABD’nin burnunun dibindeki bir diktatörü devirerek devrimcilik kapısından giren, ilerleyen yaşlarında diktatörlüğe uzanan yollar inşa eden ve hayatını diktatörlük kapısından çıkış yaparak tamamlayan tarihi bir figür.