Erol Güngör, muhafazakârların/milliyetçilerin/dindarların bir düşünce adamında olmasını arzuladığı vasıfların pek çoğuna sahipti. Orta Anadolu’da sağlam bir Türk ailesinin çocuğu olarak dünyaya gelmişti; Dedesi Ahi Evran Camii imam-hatibi ve Ahi Tekkesi’nin son şeyhi Hafız Osman Efendi şehrin saygı gören manevi şahsiyetlerinden biriydi; Güngör’ün çocukluğu böyle bir ortamda geçmişti. Gelecekteki ilmi çabalarının bu çocukluk dünyasının kâh şerhi kâh kavramsallaştırılması etrafında şekillendiğini söylemek abartı olmaz. Daha Ortaokul sıralarındayken “eski yazı”yı öğrenmiş, lisede ise Arapça dersleri almış; zihni bu zeminde serpilmişti. Dedenin bir ahi şeyhi olması ayrıca önemlidir; ahilik esnafların, zanaatkârların yani günlük hayatın merkezinde duran insanların teşkilatıydı ve bir yüzü “emek”le ilgiliydi. Ahilik’te “işini düzgün yapmanın” somut, ölçülebilir bir karşılığı daima var olmuştur. Güngör, bir ahi torunuydu; kültürün inançla, toprakla ve emekle ilişkisini baba ocağında görerek büyümüştü…
Erol Güngör önce hukuk fakültesine başlamış ama bir süre sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümüne geçmiş, bu bölümden 1961’de mezun olmuştu. Bu yön değiştirmeyi Güngör’ün biyografisine iliştirilecek basit bir tercih gibi okumak mümkün değil. Öyle görünüyor ki, bu Orta Anadolulu Ahi torunu daha genç yaşta biraz da Mümtaz Turhan’ın tesiriyle “piyasası” olan bir mesleği değil de “düşünmeyi” merkeze alan bir gelecek çizmişti kendisine. Fakültenin yabancı profesörlerinden Hains’in asistanlığını yapması ve onun metinlerini Türkçeye çevirmesi, yol yürüme biçimine dair erken ipuçlarıdır. Nitekim mezun olduğu bölümde Tecrübi Psikoloji Kürsüsü’ne asistan tayin edilecek, Türkiye’de henüz emekleme çağında olan sosyal psikolojiye yönelecek, “Kelami Yapılarda Estetik Organizasyon” başlıklı doktora tezini verdikten sonra Amerika’ya gidecek, döndükten sonra da yine ilginç bir tezle doçent olacaktır: “Şahıslararası İhtilafların Çözümünde Lisanın Rolü.” Güngör 1982’de genç sayılabilecek bir yaşta Konya Selçuk Üniversitesi Rektörü oldu, bu görevi devam ederken bir yıl sonra İstanbul’da vefat etti. Hep söylendiği gibi, asıl büyük eserlerini yazamadan aramızdan ayrıldı…
Ama bu son cümle üzerinde biraz durmak gerekiyor. Erol Güngör’ün yazmış olduğu metinler de düşünce tarihimizin raflarında rütbeli bir yere sahiptir. Güngör’den her bahsedildiğinde bazı kavramlar ve isimlerden bahsetmek adet haline gelmiştir; Türkçülük, Milliyetçilik, Muhafazakârlık, Sağcılık; Ziya Gökalp, Nihal Atsız, Mümtaz Turhan vs. Etkilenmeler, benzerlikler bir kenara, Güngör bazı meselelerin farkındaydı ve ideolojik hayalcilikten uzak durarak fotoğrafımızı resmetmeye çalışıyordu. Orta Asya’yı adres gösteren bir milliyetçilik değil, Selçuklu – Osmanlı inşasına dayanan bir milliyetçilik yorumuna girişmiş olması meselelere bakışıyla ilgili önemli bir göstergedir. Ziya Gökalp’ten sonra bir şablon haline gelmiş olan kültür – medeniyet ayrımını ve bu ikisi arasındaki ilişkiyi sorguladığını da biliyoruz. Türklerin Müslümanlığı ve İslam aleminin hali hazırdaki durumu da üzerinde kafa yorduğu diğer konulardı. Bin yıldır zaten Müslüman olan Türklerin İslam’la ilişkisinin “sentez” gibi tuhaf bir tabirle ifade edilemeyeceğinin farkındaydı mesela. Aslında Güngör, içinde bulunduğu muhitin kolay yoldan çözmeye çalıştığı sorunları bir düşünce işi haline getiren adamdı. Türk toplumunun özellikleri, modernleşme serüvenimiz, aydınımızın pozisyonu, Tasavvuf, İslam’ın modern zamanlardaki meseleleri, Güngör’ün düşünce haritasının ana karalarını oluşturuyordu…
Erol Güngör uzunca bir zamandır kültür atlasımızda ıssız kalmış bir kasabaya benziyor. Kitaplarının yeni neşirlerinin yapılmaması bunun sebeplerinden biri olabilir. Ama Güngör’ün geçmişte basılmış olan kitapları onu gündeme getirecek olanların kütüphanelerinde zaten mevcuttur. Son on yılda kültür kamusunun etkisiyle “Yedi Güzel Adam” ibaresinin öne çıktığına ve bu ibarenin bir süre neredeyse kültürel söylemin merkezine oturduğuna şahit olduk. Bir yanıyla yok sayılmış olanlara haklarının teslimiydi bu, ama öbür yanıyla da sahayı daraltan bir odaklanmaydı. Dahası, kültürel alanı edebi bir koridora sıkıştırma riski de taşıyordu. Türkiye’de birkaç yıldır yeni yönelimler olduğunu, “millilik ve yerlilik” gibi kavramların ön plana çıkarıldığını biliyoruz; bu söylemlerin tarihsel koşullarla bir ilişkisinin olduğu muhakkak. “Yeni Türkiye”nin İslam’ı ve milliyeti ön plana çıkaran siyasi kanatların ittifakıyla şekillendirildiği bir süreçten geçiyoruz. Bir bakıma Erol Güngör’ün bir zamanlar kafa yorduğu bir zeminde hareket ediliyor. Belki de uzun, dolambaçlı ve bedeli olan bir yoldan Güngör’ün işaret ettiği yere geliyoruz! Bu yüzden, Erol Güngör’ün yeniden konuşulması gerekiyor…