İstanbul güzeldir. Eğer başka ülkelere gitmiş, başka büyük şehirleri de görmüşseniz, bu tatlı ezber bir hakikat halini de alır. Başlangıçta hep bir karşılaştırma yaparsınız; meydanları meydanlarla, evleri evlerle, trafiği trafikle ve suları sularla. Londra’nın ortasından geçen Thames, Paris’in ortasından geçen Seine, Roma’nın ortasından geçen Tiber, Budapeşte’nin ortasından geçen Tuna bir anlığına aklınızı çelecek gibi olur ama çok geçmeden bunlardan hiçbirinin “Boğaz”ın insanda bıraktığı tesiri bırakmadığını, bırakamadığını hissedersiniz. Hangisinin kıyısında otursanız, bir yerden sonra özlemle İstanbul’u ve “Boğaz”ı ararsınız. Şimdi Eminönü’nden kalkan bir vapur suları dalgalandırarak Anadolukavağı’na doğru gitmektedir. Canınız birden simit çeker; çaylara ve kaşık seslerine aşina olmayan bir suyun kıyısında günün yavanlığı çöker üstünüze. İnsan uzaktayken “Boğaz”ın bütününü hayal eder; koylar, balıkçı tekneleri, hangi ülkeye ait olduğunu bilemediğimiz yük gemileri ve elbette her iki yamaçta güneş vurdukça küçük yangınlar gibi parlayan pencereler. Boğazı güzelleştiren biraz da bu yamaçlardır…
Nisan ayının ortasını biraz geçince, Boğazın yamaçlarında Eliot’un “aylardan en zalimidir nisan” dizelerini kâh hükümsüz bırakan kâh tasdik eden bir renk oyunu başlar. İşte erguvanlar şu kısa misafirliklerini geçirmek için bir kez daha geri dönmüşlerdir. Elbette sadece İstanbul’da değil, Bursa’da ve başka bazı şehirlerde de hakiki baharı başlatan onlardır. Ama boğazın yamaçlarına bakan biri çiçeğe durmuş erguvan ağaçlarının hiçbir yerde bu kadar güzel görünmeyeceğini teslim eder. Erguvan İstanbul’un bahar habercisidir. Soğuk günlerin bitmiş olduğunu, yağmurların seyreleceğini, artık terli günlere hazır olmamız gerektiğini, çocukları parklara çağıran neşe vaktinin geldiğini ilan eden onun çiçekleridir. Öyle de olur; uzun kışın kasveti kalın giysilerle birlikte dolaplara yerleştirilir ve yaşlılar bile bir baharı daha görmüş olmanın hevesiyle sokaklara çıkar. Kızlar birden değişir, delikanlılar değişir, işlerine gidip gelenler şu zalim nisanın eteklerinde hercai bir çiçek olamadıkları için ne çok ıstırap duyarlar. Ve bahar, onu bir türlü kucaklayamayanların içinde, dışarıdan öyle kolay görünmeyen bazı yaralar bırakır…
İstanbullular, erguvanın insan ömrüne benzeyen bir yanının olduğunu her bahar tecrübe etmişlerdir. Çünkü bu hevesler ağacı ancak on, bilemediniz on beş gün kadar çiçeklerini koruyabilir. Sonra birden renkleri solmaya, küçük bir yel estiğinde dallardan düşüp şuraya buraya savrulmaya başlar. Şehre yazın gelmekte olduğunu haber veren çiçekli tellal, insanlar daha ona alışamadan aramızdan ayrılır. Biraz gecikmiş olanlar bindikleri vapurdan yamaçlara bakınca, artık erguvanların solduğunu, erguvan ağaçlarının başka ağaçlar arasında seçilemez hale geldiğini görür, bir sonraki baharı kaçırmamak için kendileriyle sözleşmek zorunda kalırlar. Sözünü tutanlar da vardır, çok istediği halde randevusuna yetişemeyenler de! Bir öğrenci sınav dalgınlığının kurbanı olur, bir işçi yorgunluğuna yenik düşer, yaşlı bir kadın erguvanlar çiçek açacakken hastaneye kaldırılır, hâkim bir dava dosyasının arasında kaybolur, borsa oyuncusu tam o günlerde kayıplarını nasıl telafi edeceğini düşünür. Şehrin labirentlerinde hiç etrafına bakmadan dolaşan binlerce insan da vardır. Baharları erguvan seyrine çıkmamış olanlar niyeyse talihlerini hep bir başka mevsimde arayanlardır!
Bahar bizi, şehrin kitaplara kaydedilmemiş tarihine de dâhil eder. Duygulu biri mesela, masmavi bir göğün altındayken birden zamanın yapraklarını önüne açılmış bulur: Bir yeniçeri yarın çıkılacak uzun sefer için atını hazırlamaktadır, bir Rum kızı hüzünle surları seyretmektedir, bir Arap tüccar kaldığı han odasında kim bilir hangi çölün kumlarını silkelemektedir, sarayda bir cariye sofrayı toplarken birden bir şeye dalmıştır. Aradan yüzlerce yıl geçmiş, kuşaklar kuşakları takip etmiş ama insanın mukadderatı hiç değişmemiştir ve bahar her çağı biraz esrikleştirmiştir. O sadece birden kabaran neşenin değil, adını koyamadığımız bir boşluğun, sebebini bilemediğimiz dalgınlıkların da müsebbibidir. Erguvan tam da bu boşluğun, bu şaşkınlığın ortasında çiçeğe durur. Onu çok sevmemizin bir sebebi belki de budur. Kısa bir süreliğine de olsa işveleriyle aklımızı dağıtır, içimizde sebepsiz bir iyilik peydahlar, bizi mevsimin pençelerinden uzak tutar. Mayıs ayının ortaları geldiğinde o çiçeklerini dökmüş, İstanbullular ise artık yaza hazır hale gelmiştir. Ondan habersiz yaza girenler, halen daha İstanbul’a kabul merasimi gerçeklememiş olanlardır…