Bizim kuşak felsefe derdinde. Yani son zamanlarda yeni bir felsefe akımı ortaya çıkmamış, çıkmış olsa da biz çıkarmamışız diye yeni bir felsefe akımını çıkarma derdindeyiz. Yerli ürün olsun, bizim olsun. Oluşturmacılık, varoluşçuluk, eşitlikçilik, bireycilik, deneycilik, indirgemecilik, kuşkuculuk gibi bir felsefe akımı bizim içimizden de çıksın. Nasıl bir şey olsun derseniz, tabi ki fusion olsun. Of be, çok havalı, dinle, bir daha: fusion! O birinci heceyi, o ‘f’yü öyle bir havalı telaffuz etmelisin ki, ağzından yel gibi essin, sonra o ‘şın’ hecesi kalınca, prestij bir şekilde çınlasın, bütün bedeviliğimizi, komplekslerimizi bir nefeste yutuversin. Ne güzel akıl etmişim! Şimdiden kendime hayranım. Dünya felsefesine bizim de katkımız olsun.
Bu senin dediğin felsefe ne ile uğraşır, neler tartışır diye soracak olursan, felsefe dediğin her şeyle uğraşır zaten. Her şeyi tartışır, eleştirir, kuşkulanır. Biz de zaten öyle yapıyoruz, fakat adına felsefe demiyorduk. Yaptığımız işin adı olsun, şanımız, şöhretimiz artsın! Günlük hayat, siyaset, futbol, sanatların hepsi, ekonomi, anlamadığımız, tartışmadığımız konu yok. Çözümümüzü tak diye vermeyeceğimiz alan da yok. Mesela ekonomiyi ele alalım, ülkemizde, bölgemizde özel sektörün çalışmamasından, faal olan şirketlerde maaşların düşük olmasından şikayet ediyoruz. İş ararken ise, özellikle çoluk çocuk, eş, baldız, bacanak söz konusu olunca, devlet sektöründe, kenarda köşede yorucu olmayan, maaşı düzenli yüksek bir işe atanmaları için can atıyoruz. Bildiğimiz tanıdığımız kim varsa, torpil için araya koyarız. Rüşvet ve nepotizmi eleştiriyoruz, dilimizi bayramlık açıyoruz. Mezun olduktan sonra gençlerimizin çalışmamasından, yakınıyoruz. Bizimkilere gelince, düşük bir maaşla çalışacağına, evde oturmasının daha makul olduğunu düşünüyoruz. Tanıdığımız biri iyi bir işe girdiğinde tebrik edeceğimize: “Asıl stresin şimdi başladı” diye güya anlayış gösteriyoruz. İş bulamadığındaysa “Baba parasıyla geçiniyor, boşuna diploma almış” diyoruz.
Bu felsefenin ana başlıklarından biri de aile. Toplumun temel hücresi. Felsefenin içine de duygusallık, empati karışmış. Gençlerin evlenmemelerinden şikayet ediyoruz. Yirmilerinde evlenenler için, “Yazık, gencecik, hayatını yaşamadan evlenmiş. Eee, baba evinin, anne yemeğinin değerini şimdi bilirsin” deniyor. Otuzlara yaklaşıp da bekar kalanlar içinse, “Beyaz atlı prensin gelmesini mi bekliyor, evlat sahibi olmak her geçen gün zorlaşır” diye söyleniyoruz. Toplumda artan boşanmalardan şikayet ederken, yeni evlenenlere anlaşmazlık olursa hemen kestirip atmasını, kırılan vazonun bir daha yapıştırılmayacağını öğütlüyoruz.
Yeni evlenen bir yakınımız çocuk istediğini söylese genç olduğunu, evliliğin rayına oturması için biraz daha beklemesi gerektiğini öğütlüyoruz. Hele de bu zamanda çocuk büyütmek hiç kolay değil, öyle değil mi? Şimdiye kadar yedi milyar nasıl büyütüldü ise, sen de büyütürsün desek bari… Yok, bizimki yüksek performanslı özel yapım olacak. Bu yüzden galiba yakınlarımızın çocuklarını çok daha zor büyüteceklerini düşünüyoruz. Bilgeyiz biz, filozof, kahin, hatta üçü bir arada.
Yeni evlenen kadının göbek kısmında bir değişiklik fark etmediğimizdeyse, ne kadar bencil olduklarını, güçleri varken çocuk yapıp büyütmeleri gerektiğini ima edip başlıyoruz nasihate, “Falan yerde falan doktor var. Yok, sen doktorlara güvenme, doğal ilaç. Hacamat. Tüp bebek. Yok, sadece bitkisel çaylar. Hayır, sen iyi bir hocaya git, nazar bu, nazar…” Kişiye göre bin bir çözümümüz var. Nihayet çocuk olur, bebeği görmeye gittiğimizde, “Ne zaman abi/abla olacaksın?” diye severiz. Sonra taze anne babaya, “yalnız kalmasın, yazık olur. Hayatta kardeşlikten daha önemli bir şey yoktur” deriz. Hele de bebeğin ikinci doğum günü kutlamasında annenin göbeği çıkmamışsa, kırmızı alarmlar yanar. Çocuklar arasında yaş farkı çok olmamalı, değil mi ya! Ama gel gelelim ki peş peşe iki çocuk dünyaya getiren anne babaya, “İsteyerek mi yaptınız, Allah yardımcınız olsun, hayatınız mahvolacak, dikkat etseydiniz bari” sözlerini hiç çekinmeden söyleriz.
Çocuklar eğitim çağına gelene kadar durmak yok da, eğitim çağında durur muyuz? Okul tercihi devletten yana olanlar, “Çocuğa yazık, devlet hocalarının kaprislerine tahammül etmek kolay değil. Zaten bunlar çocuklara gereksiz şeyler öğretiyor, mezun olunca nasıl iş bulacaklar” derken, özel sektörü tercih edenlere de , “Nerde o eski eğitim, parayı veren düdüğü çalıyor” yaftasını yapıştırırız. Mühendisliğe gidene teknoloji bağımlısı oldu deriz, sosyal bilimlere gidene işe yaramaz meslekler olduğunu söyleriz. Ekonomide gençliğin zihni parayla bozulur, ilahiyat desen para karşılığında namaz kıldırmak sakıncalı. İlahiyatçı başka sektörde çalışırsa o da ayrı dert; meslek uzmanları varken, ilahiyatçıya ne gerek vardı.
Tıp okuyan doktorlar kör cahil, alternatif tıbba dönmek lazım. Eczacı mafyasının paralı askerleri bu doktorlar. Gençlerin Bosna Hersek içinde kalmaları, burada çalışmaları çok önemli. Dur, kankamı arayayım, seni iyi bir yere yerleştirsin, maaş güzel, masa başında, araba altında, sorumluluk da sıfır olsun. Kanka olsa da, bedava yapmaz, bir hediye veririz. Bir yere gelmek istiyorsan, iyi bir iş bulmak istiyorsan, iktidar partisinde birine yakın olacaksın, biraz da rüşvetle destekleyeceksin! Küçük görümcenin amcaoğlu falan görevde, yardımcı olmak istemedi, diğer adayın daha yüksek puanını bahane etmiş… Ne puanı, zarfı daha kalınmış… Daha çok para vermiş, yoksa onun torpili daha güçlüymüş. Burada her şey kötü, her yere torpille girilir, sen Batı’ya git, orada çalış, zengin ol.
Gerçekten burası çok kötü. Kötü olan bu zihniyet. Bu her şeye tüküren, her şeye karışan nasihatçılık. Gençlerimize iş hayatının, evlilik hayatının, çocuk sahibi olmanın bir ceza, bir işkence süreci olmadığını öğretmemiz, kendi örneğimizle göstermemiz gerekiyor. Gerisi, her yerde ve her zamanda olduğu gibi yaşanıp gidiyor. Hayat güzel, şükür deniyor.