Honore de Balzac’ın “tarih kitaplarının yerini romanlar alıyor” gibi bir cümlesi kalmış hafızamda. Ne zaman, nerede okuduğumu bilmiyorum.
Bildiğim şey şu; tarih nasıl ki edebiyatı şekillendiriyorsa, edebiyat da aynı şekilde tarihi şekillendirir.
Antlaşmalar, savaşlar vs… Bunların her biri vakanüvisler tarafından kayda alınmıştır ancak bu metinler, komutanlara, generallere, paşalara, imparatorlara yoğunlaşıyor. Hatta onların tam olarak ne düşündüğünü, ne hissettiğini, nasıl bir duyguyla hareket ettiklerini bize anlatmıyor… Dönemin insanının yaşanan büyük çatışmalardan nasıl etkilendiğini, kendi içinde nasıl bir çatışma yaşadığını da anlatmıyor bize.
Cephedeki bir neferin, şehirdeki bir memurun, köydeki bir çiftçinin, bir kadının, bir erkeğin, bir çocuğun, bir balıkçının, bir nalbantın, savaşı fırsata çevirmek isteyen üçkâğıtçı bir işadamının büyük çalkantılar yaşanırken ki duygu ve düşüncelerini kaydetmiyor tarih kitapları…
Dönemin hangi kavramlar etrafında dönüp durduğunu, çatışmaların yeni bir insan, yeni bir toplum inşa edip etmediğini de söylemiyor, söyleyemiyor…
Bunu sanatçıların eserlerinden görüyoruz… Bir tablodan, bir müzikten, bir edebi metinden; bir romandan, bir şiirden…
Rusya’nın 19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla geçerken yaşadığı toplumsal dönüşümü, siyasetini sadece savaşlar, antlaşmalar, Çarlar üzerinden okumak, ama Puşkin, Gogol, Tolstoy, Dostoyevski ve Turgenyev gibi yazarları es geçerek anlamaya çalışmak imkânsızdır mesela.
Osmanlı’nın yaşadığı geçiş yolculuğunu da Şinasi, Namık Kemal, Ahmet Mithat, Recaizade Ekrem, Muallim Naci, Nabizade Nazım, Mehmet Akif, Yahya Kemal vs. olmadan, Türkiye’nin dönüşüm hikâyesini Ömer Seyfettin, Halide Edip, Yakup Kadri, Falih Rıfkı, Kemal Tahir, Ahmet Hamdi Tanpınar olmadan anlamak imkânsızdır.
Tüm edebi metinler, aslında, bir sosyal çevre içinde yazılır. Dolayısıyla, edebi metinler, aynı zamanda politik, aynı zamanda sosyolojik, aynı zamanda tarihsel bağlamda da okunabilir. Üstelik edebi metinler içinde üretilen pek çok kavram edebiyata ait olduğu kadar siyasete de aittir.
Siyasetin en temel kavramlarını bir düşünün:
Vatan, hürriyet, millet, istiklal…
‘Vatan’ ve ‘hürriyet’ kavramlarının (kelimelerinin değil) bugünkü anlamıyla kullanılmasını Namık Kemal’e borçluyuz. Namık Kemal, bu iki kavramın içini, Vatan Yahut Silistre’de, Vatan Mersiyesi’nde, Hürriyet Kasidesi’nde, o güne kadar ifade ettiği anlamlardan çok daha derinlikli, çok daha yoğun bir şekilde doldurmuştur. Namık Kemal’den önce de vatanseverlik vardır edebiyatımızda, ancak Namık Kemal, vatanseverliği silik, çekinik bir vurgu olmaktan çıkarmış, hamasi bir hale getirmiş, Osmanlı’nın son dönemlerinde oluşmakta olan ‘yeni insan’ ya da ‘yeni aydın’ tipinin yüksek bir kavramı haline getirmiştir.
İstiklal… Bu kelimenin “yüksek bir kavram” olmasını ise Mehmet Akif’e borçluyuz… Bir milletin küllerinden doğmasının merkezine ‘istiklal’ kavramını Mehmet Akif yerleştirdi. O dönemi, her şeyden çok ‘istiklal’ kavramı üzerinden okuyorsak, bu tamamen Mehmet Akif nedeniyledir.
Millet kavramı da öyledir… Şinasi’den itibaren birçok edebiyatçı bu kavramı güçlü bir şekilde inşa etmiştir… Ümmet’in yerine mi inşa edilmiştir, iyi mi olmuştur, kötü mü? Bu ayrı bir tartışma konusu… Burada dikkate değer olan iyi ve kötünün ötesinde bir durumdur; edebiyatın, edebiyatçının etki gücüdür.
Yahya Kemal mesela, sorsanız, Ahmet Haşim’le birlikte ‘saf şiir’in peşinden koşmuştur derler. Hâlbuki tam olarak öyle değil o iş.
Bugün edebi bir akım olmaktan çok politik, kültürel, düşünsel bir tavır olarak tebarüz eden Anadoluculuk akımı varsa, bilin ki, bunun en büyük öncüsü Yahya Kemal’dir.
Sosyoloji tarihimizde hatırı sayılır yeri olan Cahit Tanyol’un da vaktiyle ifade ettiği gibi, bir tarih ve toplum mimarıdır Yahya Kemal.
Bugün kolayca söyleyegeldiğimiz 1071 vurgusu mesela, Yahya Kemal’e aittir. Yahya Kemal 1071 yılını adeta tarihimizin başlangıcı; varoluşumuzun miladı haline getirmiştir. “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”nı bu gözle okuduğunuzda, şiirin kurucu manifesto niteliğini taşıdığını görürsünüz.
Son derece bilinçli seçmiştir bu tarihi Yahya Kemal. Anadolu ve Asya arasına kalın bir sınır çizmiştir. 1071 öncesiyle ilişkiyi bıçak gibi kesmiştir. Anavatan olarak Asya’nın yerine Anadolu’yu yerleştirmiştir. Böylece toplumsal tarihimizi Anadolu Selçuklularından; edebiyat tarihimizi Yunus’tan başlatmıştır.
Yahya Kemal’in Mondros Mütarekesi’nin ardından gençleri etrafında toplayarak çıkardığı Dergâh dergisi, İstanbul’dan Anadolu’daki mücadeleyi desteklemiş ve savaş yıllarının en etkili dergisi olmuştur. Yahya Kemal, ilk sayıdaki “Üç tepe” adlı yazısında, Tanzimat yazarlarının dünyaya baktıkları Çamlıca tepesinin, Servet-i Fünûncuların dünyaya baktıkları Tepebaşı’nın karşısına, Millî Mücadelenin simgesi olan Metristepe’yi çıkarmıştır.
Şimdi birilerinin bugünün sanat ve edebiyat çevrelerine de aynı uyarıları yapması gerekiyor belki de…
Beyoğlu’na, Cihangir’e, Nişantaşı’na gömülüp kalmış sanatçılara, entelijansiyaya biraz kafanızı kaldırın da rotanızı Anadolu’ya çevirin demesi gerekiyor. Antep’e, Şırnak’a, Kars’a, Diyarbakır’a, Çorum’a, Trabzon’a bakın; bu çalkantılı dönemde Anadolu’nun ruhunu yeniden yazın.
Hatta o da yetmez, Musul’a, Halep’e yönelin…
Coğrafyayı yeniden yazın… Vatan’ı yeniden anlatın… İstikbalimizi yeniden yazın. Toplumun etrafında kenetlenebileceği yeni kavramları yazın.
140 karakterle değil, uzun uzun yazın, uzun uzun anlatın, uzun uzun okuyalım, uzun uzun düşünelim…