Edebiyat veya kuzu çevirme meselesi

Uğraş alanlarımdan biri de çevirmenlik. Mütercimlik yani. Edebiyat çevirmenliği. Eskiden edebiyat çevirmenliği bu mesleğin en yüksek performanslarını gerektiriyordu. Tabii eskiden edebiyat çevirmenleri, hukuk-adliye çerçevesinde çeviri yapan yeminli mütercimler, ekonominin, sanayinin farklı branşlarında uzman çevirmenler… Bu edebiyat çevirmenliği, dediğim gibi, bir taraftan kaynak dili ve hedef dilindeki kelime hazinesine hâkim olmayı, anlambilim, sentaks, morfolojinin ayrıntılarını bilmeyi, öte taraftan yetenek gerektiriyor. Mütercimliğin en saygın alanıydı zamanında. Dolayısıyla, bir gün, büyüyünce, edebiyat çevirmeni olmak istiyordum. Edebi çeviriler yapmaya başladım; sevdiğim eserleri, estetik algısında hemfikir olduğum yazarların eserlerini tercüme etmeye başladım. Klasik olduğu kadar çağdaş edebiyat da ilgi alanımda. Seviyorum bu işi doğrusu. Başkasının yazdıklarına sadık kalarak, eserin anlam ve yapısının her türlü tabakasını koruyarak hedef dilde yeni bir eser yaratmak… Sizi çeviri teorisiyle boğmak istemiyorum. Demek istediğim, bir eseri kaynak dilde okumak işkence değilse, çevirisini okumak da işkence olmamalı. Bir de sanat bu. Hukukun dili farklı, ekonomi ve sanayinin, dilbilgisi temel kurallarıyla terminolojiye hâkim olmak yetiyor.

Neden oldu, ne zaman oldu, onu bilemiyorum, bir uyandım, uyandığımda da edebi çevirmenliğin itibarının kalmadığını fark ettim. Nasıl yani? Her mesleğin itibarı var dersiniz, hele de bunun… Aması var, durun. Doğru, edebiyat tarihçisi ve teorisyeni olarak tabii ki Türk edebiyatını tanıtmak görevim oluyor. Keyifle yaptığım da doğru. Fakat bir edebiyat çevirmeninin yevmiyesi bir temizlikçinin yevmiyesinden daha düşük geliyor. Çünkü edebiyata artık kimsenin ihtiyacı kalmamış. Yayıncılar yayınlamak istiyor, fakat yazarın telifi, mizanpaj, kapak, matbaa, bir de mütercimin telifi ve düşük tirajlar bir araya gelince, bunca yıl boşuna badana yaptığımın farkına varıyorum. Hadi kendi mütercimliğim bir tarafa, bu mesleği öğrettiğim kişilerin gözlerine ne yüzle bakarım? En yüksek çevirme standartları hakkında bahsettiğim gençlerin gözlerine nasıl bakarım? Bu çevirmen, seviyesi yüksekse, birinci el çevirinin bir sayfasını ancak bir saatte yapar. O sayfa (veya bir saat emek) karşılığında iki buçuk Euro kadar alır. Tabii aynı metni birkaç defa daha gözden geçirdikten sonra. Bir temizlikçinin hizmet saati de aşağı yukarı o kadar. Bir saatte yaptıklarını yapar, aynı şeylere evde, gece yarısından sonra aynı işlere düzeltmek, güzelleştirmek için geri dönmek zorunda değil. Temizlik işlerini hor görmüyorum, haşa. Fakat onları yapmak için üniversite mezunu, alanında uzmanlaşmak zorunda değilsiniz. Doğru, evde de temizlik yaparım, evde de ailem ve misafirlerim için aşçılık yaparım, ütü, çamaşır; bir ev hanımı olarak yapmak zorundayım. Bazen yardımcıya da yaptırıyorum. Özellikle bir çeviriyi yetiştirmek zorunda olduğumda. Ayıp olmasın. Yardımcıya ödemeler hemen yapılır, aynı gün. Veya ayda bir, gelecek ay için önceden peşin. Sözleşme, vergiler kime ait vs. tartışma konusu olmaz. Biraz bahşiş de vermesem, yardımcım kötü bakmasa annem bakar, ayıp der. Kadıncağız geçinmek için milletin evlerini temizlemeye gidiyor. Senin işin kolay, sıcakta, bilgisayarın başındasın diyor. Kendine bu kadar yatırım yaptın, biraz empatin olmalı… Evet annem, empatim var fakat benim ürettiğim ürüne artık kimsenin ihtiyacı yok. Emek, bilgi zaman gerektiriyor, doğru, biliyorsun milletin aklı farklı farklı yarışma programlarından, dizilerden pembeleşmiş, artık kitabı kimse merak etmiyor. Bedava da versen okumazlar. Milletle kitap arasından kara kedi geçmiş. Bu meslek kanıma girdi de, bir de edebi çeviri olmasa ne biçim edebiyat tarihçisi olurum? Etrafımdaki insanlara üzerinde çalıştığım edebiyattan örnekler vermesem yani? Bir de Google-translator üzerinden çeviri yapanları eleştiriyorum, bağırıp çağırıyorum. Kutlu meslek, edebiyat çevirilerinin önemi, kültürler arasında değişim, iletişim falan… Her şey bir tarafa ama çeviri eğitimini verirken çevirmenlerden en yüksek standartları talep ettim. Bir metin en azından üç el istiyor, dönüşümlü tercüme falan… Şikâyet etmiyorum, hele de kendim için şikâyet etmiyorum. Utanıyorum sadece. Kitabın da çevirmen mesleğinin de sokağa düşmesinden.

Yine de ısrarlı edebiyat mütercimleri var. Edebiyatın tanıtılmasını dava olarak görenler. Haydi bir yazar ve şairi seçiyorlar. Şahsen Mustafa Kutlu’yu sevdiğim için çeviri için birine tavsiye ettim. Gerçek çağdaş Türkiye’yi, Türk edebiyatını temsil ediyor diye. Kız bir kitapçıya mı, bir hocaya mı danıştı bilemeyeceğim, hayır, bunu tanıtmana gerek yok demişler. Dindar diye. Anlamadım. Adamı dini görüşünden, özel hayatında inançlı olduğu için belirli kesimler kendisini ötekileştiriyor. Eserlerini tercüme için önermiyor. Bir gri bölgeden, çok satan kitapçılarda çalışanlar, üniversitelerde edebi tercümeyle uğraşanlar Türkiye’nin dışında Kutlu’nun, Özdenören’in, Tufan’ın tanıtılmasına katlanamıyor. Diğer taraftan vasat edebiyatın çevirisine karşı bir şeyleri yok. Vasatlığa izin var. Pembe dizilere, yarışma programlarına. Dini görüşleri bu insanların özel hayatlarına ait bir şey. Kimseyi ilgilendirmez. Ortada eser var mı yok mu diye bakmak lazım. İdeolojik perspektifinin ne kadar yanlış olduğunu anlatıyordum… Eserin sanatsal tarafı önemli diyorum. Yok, bunların damgası var derler. İslam damgası.

Bir de mütercimler o kadar düşük fiyatla çalışıyorlar. Ona bile katlanmışlar.

Kuzu mu çevirmek, edebiyatı mı çevirmek daha hesaplı diye soranlara ne cevap vereyim sizce?

Kuzu nasıl olursa olsun yenir. Kötü çevrilmiş eser ne yutulur ne atılır.

Bense utançtan sustum.