Rahat zamanlarında geçmişle ilgili anlatılanlar bir hikâye gibi gelir sana. 93 Harbi mesela, artık çok eskilerde kalmış bir savaşın adıdır; Balkan Savaşları da öyle. Çanakkale ya da İstiklal Harbi ile ilgili söylenenlerin hamasetten ibaret olduğunu düşünmüşsündür pek çok kez. Oysa 93 harbinde Plevne’de umutsuzca yardım bekleyen ve son ana kadar kuşatmaya direnen binlerce asker bir daha memleketlerine hiç dönemedi. Bazıları oracıkta can verdiler, bazıları esaret yolunda, bazıları da esir kamplarında. Sayıları on binlerceydi. Çanakkale’yi ve İstiklal Harbini zaten biliyorsun; şehit düşenlerin pek çoğunun mezarı bile yok, isimleri unutulup gitti. Aslında hemen unutulmadı, annelerinin dilinde ruhu kasıp kavuran birer sözcük olarak bir süre daha yaşamayı sürdürdüler; anneleri ölünce, o sözcük de anne dilinin altında nihayet huzurlu bir mezar buldu kendine. Bedenlerinin yattığı yer hiç bilinmedi ama hiç değilse adlarının bir anne diliyle gömüldüğü yer bir süre tümsek kaldı; birine dua edilirken öteki de nasibini aldı duadan. Bize Anadolu’yu hediye edenleri anlatacak en kısa cümle belki de şudur: Kısacık hatıraları anneleriyle defnedilenler…
Sana, uğruna çok büyük bedeller ödenmiş bir ülkede yaşadığın söylenince, bunu toprak düşkünü muhafazakârlığın bir sloganı sayarsın. Ama gerçek budur ve daha fazlası da söz konusudur. Atalarından bazıları uzak coğrafyalarda gök ekin gibi biçilirken, öteki bazıları da düşman girmemiş güvenli şehirlerde harp zengini olmakla meşguldüler. Hele İstanbul onlardan geçilmiyordu; İngilizlerle küçük bir temas, Fransızlardan biraz iltimas pek çok kapıyı açabiliyordu. Görünüşte koç gibi pek çok erkek, akranlarıyla birlikte harp meydanlarında omuz omuza durmak yerine, küçük çeteler kurup, oğullarını askere gönderen annelerin harmanlarını talan etmekteydi. İstanbul’dakilerle Anadolu’dakiler arasındaki tek fark, birinin profesyonel ötekinin ise amatör olmasıydı. Nihayetinde payitahttakiler, soygunun ve ihanetin incelikli pek çok yolunu öğrenmişlerdi. Aralarında bizzat İngilizler için çalışan binlercesi de vardı üstelik. Harpten sonra çoğu yine İstanbul’da yaşamaya ve hizmetlerini bir aile mesleği olarak sürdürmeye devam ettiler. Bugün biraz dikkatle olup biteni izlersen, halen daha kimlerin İngilizler için çalıştığını pekâlâ anlayabilirsin. Ne de olsa onlar, hatıraları anneleriyle birlikte kaybolup giden uzak cephe şehitlerinden değiller…
Tarih bazen ziyaret gününü erkene alır. Vakitlerin, kendi ritimleri içinde dönüp durduğu şu sıradan günlerin kalp atışı birden hızlanmaya başlar. Hep başka coğrafyalarda yaşanacakmış zannettiğin hadiseler bir de bakmışsın ki gelip kapına dayanmış. Başlangıçta duruma intibak edemeyebilirsin ama gürültüler sana bu konuda yardımcı olur. İşte o zaman, belki de ilk kez bir tedirginlik başlar. İlk kez 93 Harbinden, Balkan Savaşlarından, Çanakkale’den ya da İstiklal Mücadelesinden bahsedenleri anlar gibi olursun. Zaten tarih, bazı hikâyelerin anlatıcılardan bıkıp zaman zaman kendini yeniden sahnelemesi değil midir? Elbette henüz seferberlik ilan etmiş bulunmuyoruz; şimdilik bir tehlikeyle komşuluk yapmaktayız o kadar. Ama o kadarcığı bile, dönüp geçmişle yüzleşmen için yeterli. Oturduğun evin, geçimini sağlayan işin, iyi kötü düzeni kurulmuş şehrin, birkaç yüzyıl boyunca kendilerini bu yurt için feda edenlerin bir armağanı olduğunu ancak böyle zamanlarda anlayabilirsin. Bir de İstiklal Marşı’nın ilk dizesi var: “Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak…” Bazen bir dizeyi en iyi içinde yaşadığın koşullar şerh eder. Öyle zannediyorum ki dilinde bir ezber olan bu cümlenin aslında ne demek istediğini şimdilerde gerçekten hissediyorsundur…
Artık sen de bir şahitsin: Hem dünyanın yıkımlarını gördün hem de ülkenin bir yıkıma sürüklenmek istendiğini. Küçük çetelere ve İngilizler için çalışan incelikli profesyonellere de şahitlik ettin. Biz de buradayız, onlar da. Ama her halükarda millet, şairin iddiasından bir adım geri atmış değil: “Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak…” Onlar hep içine korku salmaya çalışacaklar, sen hep bu dizeleri tekrar edeceksin. Bir dua gibi ve her seferinde daha çok inanarak. Sinirleri sağlam, gövdesi dayanıklı, zor zamanlarda hakikatini belli eden bir ülken olduğunu aklından çıkarma. Girdaplı bir yurt miras aldın; miras bıraktıkların da senin başından geçenleri önce bir hikâyeymiş gibi dinleyecekler, sonra tarih onları da aynı girdaplarla yüzleştirecek. Taceddin Dergâhında, tam talih kararmak üzereyken atılan o aydınlatma fişeği, bir kez de senden sonra gelenlerin göğünde parlayacak. Sen dünyanın en eski halklarından birisin; ama öyle çok harp ettin ki hep genç kaldın. Korkma, düşmanların çok yaşlandı, sen ise gençliğinin doruğundasın…