Benim kuşağımın çocukluğu “soğuk savaş yılları”nın son çeyreğinde geçti. Basit bir formülasyonla o yıllarda dünya, II. Cihan Harbi’nin galipleri arasında varılmış bir uzlaşmayla iki cepheye ayrılmıştı; bir cephede Amerika’nın temsil ettiği Batı öbüründe ise Rusya’nın temsil ettiği “Demir Perde” ülkeleri bulunmaktaydı. Bir de bağlantısızlar vardı ama bu ülkelerin hem bağlantısızlıkları hem de güçleri tartışmalıydı. Tek kanallı siyah beyaz televizyonun haberlerinde zaman zaman “bağlantısız”lara dair haberler de geçerdi. Türkiye, II. Cihan Harbine fiilen dâhil olmamış, savaşın sonuna doğru sırf paçayı kurtarmak için İngilizlerin yanında yer aldığını ilan etmişti. Bunun sebebi de İngilizlerin Türkiye’ye, Şubat 1945’te düzenlenecek San Francisco Konferansı’na ve yeni kurulacak Birleşmiş Milletler’e sadece 1 Mart 1945’e kadar Almanya ve Japonya’ya savaş açmış ülkelerin katılacağını bildirmiş olmasıydı. Türk devlet aklı kurulmakta olan yeni düzenin dışında kalmak istememiş ve hiç vakit geçirilmeden 23 Şubat 1945’te Almanya’ya karşı savaş ilan edilmişti. Savaştan hezimetle çekilmiş bir ülkeye savaş ilan etmenin bir riski yoktu artık…
II. Dünya Savaşı’nda Almanların cephelerden sürülmesinde ve saf dışı kalmasında iki ülke büyük rol oynamıştı: Amerika ve Rusya. Doğal olarak savaş sonunda da anlaşmanın koşullarını büyük oranda bu iki ülke belirledi. Doğu Avrupa ve Orta Asya Rusya’nın; Batı Avrupa ise Amerika’nın etki alanına girmişti. Bu iki ülkenin güç sahası sadece bu bölgelerle sınırlı değildi. Aslında bir bütün olarak dünya şu ya da bu ölçüde iki süper gücün etki ve denetimine rıza göstermek zorunda kalmıştı. II. Dünya Savaşı’ndan Berlin Duvarı’nın yıkılışına kadar geçen yaklaşık elli yıllık bu döneme “Soğuk Savaş” dönemi adı verildi. Bu dönemde komünizmin temsil ettiği tarafla Kapitalizmin temsil ettiği taraf arasında, askerlerin hep teyakkuzda durdukları bir gerginlik hâkimdi. İki cepheyi oluşturan ülkeler askeri ortaklıklarına da bir ad vermişlerdi. Bir yanda NATO vardı öbür yanda Varşova Paktı. Kominizim ile Kapitalizm arasındaki gerginlik günlük hayatı, kültürü, dini vb alanları etkilemekte hatta belirlemekteydi. Bütün bunlar propaganda savaşlarının da konusuydu aynı zamanda. Taraflar birbirlerini kötülemek için başta medya ve sanat, bütün yolları kullanmaktaydılar. Soljenitsin mesela, batı tarafından bayraklaştırılmış bir yazar oldu…
Türkiye “soğuk savaş” yıllarında Amerika’nın o dönemdeki adıyla Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği sınırındaki karakolu vazifesini görüyordu. Göreceli olarak bağımsız bir ülkeydi ama ordudan siyasete, kapalı kapılar ardında pek çok karar Amerika’nın arzuladığı şekilde verilmekteydi. Ve elbette Komünizm en büyük tehdit, en büyük tehlikeydi. Küçük ve zayıf Türkiye, Amerika’nın desteği olmadan dev Rusya karşısında ne yapabilirdi ki! Soğuk Savaş’ın ülkemizin günlük hayatını, politikasını hatta güvenlik güçlerini tesiri altına aldığı bu dönemde Nazım Hikmet gibi Komünist şairler ve onu bayraklaştıranlar hemen mimlenirlerdi. Sabahattin Ali, Konya’da öğretmenlik yaparken Nazım’ı öven konuşmalar yapmış, bunlar duyulunca yargılanıp hapse atılmıştı. Muhafazakârlar, o zamanın makbul deyişiyle sağcılar ve mütedeyyinler elbette “dinsiz Kominizm”e karşı özgürlükler diyarı Amerika ve Batının yanındaydılar. Hülasa “soğuk savaş” Türkiye’de de kutuplaşmalara sebep olmuş, Türkiye hem batılı hem de Rus istihbaratçıların cirit attığı bir yer haline gelmişti. 1980 askeri darbesi de, haklılığını ülke içindeki sağ – sol kutuplaşmasından ve dökülen kandan alıyordu. Biz bu darbenin, Türkiye’yi soğuk savaş sonrasına hazırlamak için yapıldığını yıllar sonra anlayabilecektik…
1980 askeri darbesinden birkaç yıl sonra Başbakan olan Turgut Özal’ın liberal politikalar izlemeye, devletçi ekonomiden serbest ekonomiye geçişi kolaylaştıran kanunlar çıkarmaya ve özelleştirmelere başlaması boşuna değildi. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda batı kampına dâhil olmak için bitmiş bir savaşta Almanlara harp ilan eden Türkiye şimdi de soğuk savaş sonrasında kullanışlı pozisyonunu korumak için yine can havliyle liberal ekonomiyi yerleştirmeye, Amerika’nın arzuladığı bir düzeni kurmaya çalışıyordu. Yaklaşık elli yıl süren soğuk savaş ve ardından 30 yıl süren Amerika’nın “tek kutuplu” dünyasında işte bu günlere kadar geldik! Dünya, biraz tarih bilenlerin rahatça görebilecekleri gibi yeniden büyük bir kriz yaşamaya başladı. Sadece Amerikan egemenliği, Rusya, Çin ve Hindistan gibi güçlü ülkeler tarafından tehdit edildiği için değil, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu bazı bölgesel güçlerin tarihin bu dengesiz döneminde kendi lehlerine pozisyon aldıkları için, kriz dünyanın neredeyse tamamını etkileyecek bir boyuta vardı. Ortadoğu’da, Avrupa – Rus Sınırında ve Uzak Asya’daki gerilim hatları gittikçe ısınıyor. Ve dünyanın kalbinde biz duruyoruz? Öldürmek için ilk ateş edilecek yerlerden birinde! Doğrusu, bizim kuşağımız, yani “Soğuk Savaş”ın sonuna doğru doğmuş olanlar bu denli tehlikeli bir atmosfere ilk kez şahit oluyor. Türkiye ya bu krizden çıkacak ya bu krizin altında kalacak! Bir de tarih var. Krizlerden yenilenerek çıkmakta biz Türklerin üstüne yoktur. Mesele Türk aklıyla hareket edip etmeyeceğimizde!..