Türkiye’deki kadar olmasa da bizde de farklı cemaat, dini gruplar, vaizler ve cemaat önderleri filizlenmiş. Sosyal medya, internet gibi icatlar ortaya çıkınca, takipçileri de taraftarları da daha belirgin bir şekilde ortada. Eskiden camiye tekkeye gittiklerini bildiğim insanlar ömür boyu mahalle camiine, en yakın tekkeye giderlerdi. Medyada dini bir bayram, Reisü’l-ülema dediğimiz yeni Diyanet Başkanı tayini üzerine haber yoksa, sarıklı cübbeli kimse medyada yer almazdı. Medya derken, ilk olarak tek devlet kanalı, sonra iki, üçe geçtiğimizde ise Yugoslavya parçalanması şafağında sosyalist rejim buzları baya çözülmeye başlamıştı. Bir de her Yugoslavya Cumhuriyetinin bir veya iki gazetesi. O kadar.
Ülkemiz bağımsız oldu, bu bağımsızlığı canımızla ödemiştik, iki taraftan iki ülke askerlerle, silahlarla ve siyasi olarak kendi dindaşlarını destekleyerek bağımsızlığı uluslararası mercilerde tanınmış Bosna Hersek’e saldırmış (iç savaş değildi, biliyorsunuz da bir hatırlatayım), sürgünler, toplama kampları ve savaşın sonucunda bir Srebrenica soykırımı (La Haye Mahkemesinde SOYKIRIM olarak nitelendirilmiş savaş suçları, katliam desek gerçekleştirilen zulmün boyutunu azaltarak, masum mazlumların, şehitlerin hakkına girmiş oluyoruz; bir de uluslararası kanunlara göre soykırımın mahiyetini inkâr ederek suç işlemiş oluyoruz) bütün bunların neticesinde Boşnakların bir kısmı din içinde teselli aramaya başlamış. Bir kısmı diyorum, çünkü daima din içinde teselli bulanlar da vardı. Yugoslavya tipi sosyalist rejiminde din yasağı söz konusu değildi. Yazdım bunları bir kere ama tekrar edersem, fayda var. Yasak değildi, fakat Komünist Partisi üyelerine resmen yasaktı. Aralarında da gizlice dinini yaşayanlar vardı. Tabi Parti üyeliği lojmanı veya yöneticilik makamını elde etmek için puan kazandırıyordu. İş için de işe yarardı, yani fabrikalar dâhil hemen her şey devlet sektöründeydi, Parti üyeleri daha kolay tayin ediliyordu. Yoksa mesleğinde en iyi, en başarılı, en çalışkan olacaksın… İstersen dindar, istersen ateist veya agnostik olursun, düğüne eşeği şarkı söylemeye halay çekmeye değil de odun taşımaya getiriyorlar. Her sistemin odun taşıyacak eşeklere ihtiyacı var, hem de her sektörde.
Konuya döneyim, o zamanlarda hocalar da, inançlı vatandaşlar da, papazlar da, hahamlar da medyada pek görünmezdi. Fakat halk arasında inançlılarla ilgili yaygın bir inanış vardı: Madem inançlı, dürüsttür. İnsanlardan çekinir, Allah’tan korkar. Elin hakkına girmez. İnançlı, Müslüman, Katolik, Ortodoks, Yahudi. Yeter ki ehlikitap olsun. Yazılmamış bir dürüstlük sertifikası var. Devletin rejimine göre birinci sınıf vatandaş sayılmasa da, güvenilir, sağlam, dürüst, çalışkan olmasına da inanılır.
Eh, bir taraftan bu özgürlük dediğimiz bağımsızlık ve demokrasi rüzgârları, birçok insan dinine sarılmış. Şartlar da malum. Bir ara herkes mabede koştu. Yurtdışından gelen Müslüman kardeşler bize dinimizi öretmeye gelmiş. Hani, beş yüzyıl boyunca yaşadığımız din batıl, bidatler dolu, bize gerçeğini öğretmeye gelmişler. Her taraftan. Neticesinde resmi kurum olan İslam Cemiyetine bağlı olan ve olmayan hocalar, vaizler, din adamları medyaya çıkmaya başladı. Olsun, halk kitap okuyacaksa oturup patates soyarken, örgü örerken din hakkında bir iki bilgi sahibi olsun dedik. Bir taraftan medyaların çoğalması (özel elektronik medyaların ortaya çıkması), bir de bu internetin ortaya çıkmasıyla evinde bağlantısı olan kamera önüne dikilmiş, dini anlatmaya başlamış. İzlemiyorum doğrusu hiçbirini, Katolik ve Ortodoks cemaatlerinde benzer olaylar var mı bilemiyorum, fakat Müslümanlar arasında rengârenk bir vaiz tablosu var. Selefilerin taş fırın (tekfirci) ve çeşitli yumuşaklıkta olanları, ne selefi ne ehli sünnet ve’l cemaat olanları, nabzına (sponsora) göre vaaz verenler, 15 Temmuz’a kadar Pensilvanya’dakini mehdi ilan edip de sahte mehdiyetiyle birlikte medhiyelerini inkâr edenler, kendilerini tarikat erleri tanıtanlar… Hele de takkeli makkeli sarıklı marıklı kameralar önüne çıkıp da tedavi yöntemlerini dile getiren, müşterisini çeken üfürükçü, muskacı, büyü bozucu çeşitleri… Sormayın. Kiminin reklamı bu internet aracılığıyla, kimininse fısıltı gazetesiyle yapılır. Takipçileri arasında da bir nevi rekabet mi, antipati mi, nefret mi nedir, yemin ederim ki futbol takımları taraftarları arasında bu kadar husumet görmedim. Selefiler (çeşitleriyle) bir taraftan kendi grupları içerisinde, bir taraftan birlikte ehli tasavvufa ve özellikle (sayısı az olsa bile) Caferilere saldırıyor. Başka bir grup mensuplarına kâfir, zındık, dinden çıkmış, pat diye birbirlerine ölüm cezasını kesiyorlar sosyal medyalar aracılığıyla. Tasavvuf ehli ise, ha bu senin şeyh batıl, benimki gerçek misli düşmanlıklar var.
Bir de inançlılar artık eskisi gibi değil. Söz veren sözünde durmuyor, iş sahibi ise çalışanlarının hakkına dikkat etmez, çalışan ise işini hakkıyla yapmaz, rüşvet artık eskisi gibi günah değil (hediye deyince rüşvetliğin rüsvası gitmiş sayılır), zina da sözde imam nikâhıyla örtülüyor. Gavur anlamasın diye, erkek-kız sınıfların ayrı olma gerektiğini, kamu taşıtlarda hatunun oturmazlığını (haşa yanına namahrem otursa)… Millet ağzını çalkalasın, oyalansın, biz de bildiğimizi yapalım. Demek, gizli nikâhla ilişki helalmiş, dopdolu otobüste yan yana kadınla namahrem erkeğin oturması haram! Sol elde çatalı tutmak haram, iki elle rüşvet vermek, ağız dolusu yalan söylemek, iftira atmak helalmiş… Yeter artık!
Örnek olarak alınan büyük âlimlerimizin tabiinleri de filizlenmiş, bak ben falan Zat’ın yanındaydım, bir onu anlatmaya başlarlar, bir onun dediklerini yorumlamaya başlarlar. Büyük Zat kendisine öbür dünyadan messenger’den her an mesaj çekiyormuşçasına… Bu da: Madem Bu Zat’ı anlatıyorum, onunla yakınım, bana bak ne oldum anlamına geliyor. Kimi bir tarikat pirini seçmiş, kimi bir gaziyi, kimi ise bir İslam düşünürünü, kimi de bunlarla yetinmemiş de doğrudan Peygamberimiz (SAV) iletişim içinde. Bu iletişimler de özelleştirilmiş. Bunlar da cereyan ederken, millet şaşkın vaziyette. Kitaplar da çıkıyor, fakat kitaplarda tezatlar var. Bir kitapta tezat olmaz. Eski konular çalkalanıyor, sanki Müslümanlar yeni teknolojilerle, yeni dönemlerle, yeni dünya şartlarıyla yeni sorunlarla karşılaşmıyor. İçki, zina, domuz etinin haram, şehadet, namaz, ramazan orucu, zekât ve hac vazifesinin farz olduğunu biliyoruz, geçelim ondan. Uyuşturucu meselesi hakkında bir fetva getirildi mi? Tartışıldı mı? Gençler bu konuda nasıl yönlendirilecek? Ya eşcinsellik sorunu? Bu konuda resmi bir görüş dile getirilecek mi?
Yok, işin kolayına bakalım: Aynı ofiste ailelerinin geçimini sağlayarak toplumun yararına çalışan namahrem erkekle kadının oturması, tıp etiği, organ nakli ve benzer konular yerine deve sidiğiyle tedavi yöntemlerini veya “asansör meselesini” tartışalım. Örtünün nasıl bağlanmış olması gerektiğini, pantolonun nereye kadar olması gerektiğini, sakalın şeklini, kıyafet renklerini… Şeytan ve ordusunun ekmeğine yağ sürelim, İslamiyet’i politik, ideolojik bir şekilde yorumlayalım, dışını koruyup içini unutalım, farklı ideolojilere hizmet ederek delalete götürülmüş, kendilerini “din adına” patlatanların sayısını çoğaltalım. Bir şekil koruyalım, şekil tartışalım. İçi boş kalsın. Maneviyat, derin maneviyat kalsın, kim uğraşır. Yeni bir ürün, yeni bir bilim sonucuna, teknolojide yeni bir sonuca ulaşmayalım, yeni bir nesne vermeyelim. Oyalanalım! Kendimize Müslüman dedirtiyoruz. Ve sadece kendimize ve grubumuzdakilere. Cennet sadece bizim olsun. Bizim tasvirimizdeki cennet. Cennetin kapısında biz durup bilet keseceğiz. İslam ve Müslümanlık algımıza göre. Madem biz burada hükümler verdik, yüce Allah’a, Mahşer Gününe, Kitap’a, Son Peygamberin sözlerine ve varislerinin yorumlarına hiç inancımız yok mu? Yoksa farklı TV ve Youtube kanallarındaki vaizler her sorumuzu cevaplamış mı? Yoksa belirli konularda bilimsel çalışmalar yapan din adamların sözünü mü dinlememiz gerekiyor? Yoksa bu ilim sahiplerinden belirli konuların ele alınmasını, tartışılmasını talep etmemiz gerekiyor? İnsan olarak, Müslüman ve mümin olarak duyarlığımızın olması gereken şeylerde günler geçtikçe duyarsız kalıyoruz.
Hani fabrika ayarları? Hani fabrika ayarlarına göre güncelleme?