Halkımız arasında güzel bir alışkanlık vardır; birisiyle karşılaştığında, bir işyerine girdiğinde, eve girdiğinde “Selamün Aleyküm” denilir genellikle.
İstanbul, Ankara, İzmir, Adana gibi 4 büyük şehirde, küçük bir azınlık haricinde, halkımız birbiriyle karşılaştığında, selam verir…
Selamün Aleyküm ne demek? Öncelikle, “Selam” Rabbimizin 99 Esma ül-Hüsna; güzel isimlerinden biridir. Saniyen, emniyet, güven, sağlık ve mutluluk sahibi, her türlü ayıptan azade, her çeşit afetten korunan manalarına gelir. Yani birisine selam verdiğimizde, karşımızdakine “Benden sana zarar gelmez, bana güvenebilirsin” demek istiyoruz.
Peki, gerçekte böyle mi? Acı ama söylemek zorundayım; özellikle namaz, oruç, hac, zekât gibi ameli ibadetlerini yerine getiren Müslüman kardeşlerimizin kahir ekseriyeti Selamün Aleyküm’ün ruhuna aykırı hareket ediyor, Selamün Aleyküm’ün manasına, zıt hayat sürüyor.
Ne demek bu? Şu demek: Etrafınıza, dikkatlice şöyle bir bakın, özellikle ticaret erbabına veya sanatkâr dediğimiz marangoz, tamirci, boyacı, terzi vb. esnafa, söz verdiği zamanda işini tamamlayan, söz verdiği kalitede iş yapan kaç kişi var? Soruyorum size, işini dürüstçe ve zamanında yapan kaç kişi var?
Hayatın içinde, en çok hata yapan kesimin, maalesef, namazında niyazında, dindar insanların olduğuna şahit olmaktayız. Namazlarını zamanında kılmaya dikkat ederler, hatta birçoğu namazlarını cemaatle kılarlar, şahsi ibadetlerine hassasiyet gösterirler… Ramazan oruçlarını tastamam tuttukları gibi, üstüne üstlük Pazartesi-Perşembe oruçlarını da tuttukları görülür.
Gelgelelim sosyal hayatta, ticarette aynı hassasiyeti göstermeyenlerin daha çok bu kesimlerden kimseler olduğu acı bir hakikattir ne yazık ki…
Şöyle bir şey daha hatırlatayım: Başka birisinin trafikte bir hatasını gördüğümüzde hemen celallenir, “Bu da olur mu yahu” diye tepki veririz. Ama… Aynı celallenen bizler, yoğun trafikte, kırmızı ışık yanarken şeritlerde sıralanan araçların çokluğunu görünce hemen en sağdan, şerit olmaksızın, ön taraflarda saplama yaparak en az 5-10 veya daha fazla aracın önüne geçeriz öyle değil mi? Üstüne üstlük, “uyanık” veya “iyi sürücü” olmakla öğünürüz.
Kiminizin, “Ne var bunda yahu, acelesi var öne geçmiş” dediğini duyar gibi oluyorum. Peki bu yaptığımızın gerçek anlamı nedir? Yol çalmak… Peki, yol çalmakla önüne geçtiğiniz araç sahiplerinin parasını çalmak arasında bir fark var mı diye sordunuz mu hiç kendinize?
Çoğumuzun, birçoğumuzun, kahir ekseriyetimizin sormadığını itiraf edelim. Ha yol çalmışsınız, ha adamın cebindeki parayı çalmışsınız… İkisi de hak ihlali, ikisi de günah.
Bazılarınızın itiraz eder gibi olduğunu duyar gibiyim. Ben de hemen size, daha doğrusu 5 vakit namaz kılıp oruçlarını tutanlara ya da dindar olduğunu iddia edenlere, Rabbimizin Zilzal Suresi 7-8. ayetlerini hatırlatıyorum:
“Kim zerre miktarı bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecek. Kim de zerre miktarı bir kötülük işlerse, onun cezasını görecektir.”
***
Çeçen direniş öncülerinden şehid Aslan Mashadov
1995 yılı Mayıs ayı sonlarında ve Haziran ayı başlarında, Çeçenistan’ın Videno şehrinde, Rus bombardıman uçaklarının bombaları altında görüştüğüm yiğit bir insan: Aslan Mashadov. 8 Mart 2005 tarihinde, Çeçenistan’ın Tolstoy-Yurt şehrinde yapılacak barış görüşmesinde, kurulan bir tuzakla şehid edildi.
Son dönem Çeçen liderleri içerisinde Dudayev’den sonra en basiretli, en ileri görüşlü gördüğüm mütevazı bir insan Aslan Mashadov. “Çeçen Direnişi” isimli kitabımda, Aslan Mashadov ile görüşmemizin yer aldığı bölümü, siz okuyucularımla paylaşmak istiyorum:
Bu minval üzere, Şamil Basayev ile biraz daha konuştuk. Biz böyle, 45 dakika bir saat kadar sohbet ettik. Sohbetimiz devam ederken, Genelkurmay Başkanı Aslan Mashadov; ön kaputu kaldırılmış, beyaz Lada marka bir ciple geldi. Cipten inip yanımıza doğru gelirken, biz de kendisine yöneldik. Kendisi bize, biz kendisine hoş geldiniz diyerek tokalaştık. Bizden sonra askerlerle kucaklaşıp, tokalaştı. Askerlerle olan ilişkisi, gerçekten gıpta edilecek kadar vardı. Kendilerine bizim geleceğimiz, daha önceden telsizle haber verildiğini söylediğinde, doğrusu biraz memnun oldum. Bu, mücahitlerin koordineli olarak ve muntazam çalıştıklarının, bir belirtisiydi. Beni sevindiren bir diğer önemli husus; Aslan Mashadov’un konumu ve görevine göre, çok mütevazı ve alçak gönüllü davranışıydı.
Mashadov’a Türkiye’de haftalık olarak yayınlanan Selam Gazetesi’nden geldiğimizi ve Çeçenistan’ın işgalinin hemen sonrasından itibaren, gazetemizin olaya gösterdiği alâkayı belgeleyen sayılarımızı, kendisine gösterdik. Mashadov’la Röportaj yapmak için, meydanda bulunan ağaçların arasında, biraz genişçe bir yere, tabureler getirdik. Bir tanesinin üzerine, Şeyh Şamil’in posterini bastığımız Selam Gazetesi’ni, fon olarak yerleştirdik. Röportaj yaparken, bir taraftan da video çekimi yapmayı düşünüyorduk. Ben kamerayı yerleştireceğim sehpayı hazırlarken (çünkü kamera ayağını, zorluk çıkarıyor diye Azerbaycan’da bırakmıştık), Talip de fotoğraf makinesini ve teybini hazırlıyordu.
Mashadov’la yaklaşık bir saat boyunca konuştuk. Yapılan katliamları anlatırken hüzünlenen, başarılarından bahsederken utangaç bir tavır takınan, sonuna kadar savaşacaklarını; bu savaşı Allah için, bağımsızlıklarını kazanmak için yaptıklarını anlatırken, kararlı bir yüzü vardı Mashadov’un…
Mütevazı, vakur; protokole alışkın olmadığı, her hâlinden anlaşılan, sade bir insan…
Röportajın bitiminde, beraberimizde getirdiğimiz; Türkiye’deki bazı kardeşlerimizin bize emanet edip, ulaştırmamızı istedikleri parayı kendisine vermek istediğimizi söyledik. Mashadov’un isteğiyle Süfyan Abdullah ve Abdülmalik Bey’e teslim ediyoruz.
Röportaj ve para teslimatını müteakip, Vedeno’yu on günden beri bombardımana tutan Rusların, marifetlerini tespit etmek ve gözlemlemek için dolaşmaya çıkıyoruz. Bu arada Azerbaycan’dan savaşmak için birlikte geldiğimiz, Türkiyeli, Suudi Arabistanlı, Ürdünlü ve Azerbaycanlı mücahitler, başka tarafa götürüleceklerini söylediler. Hepsiyle tek tek kucaklaşarak, vedalaşıp ayrılıyoruz.
Vedeno’yu dolaşırken ilk dikkatimizi çeken, sokakların ıssızlığı oluyor. Sivil halkın tamamına yakını tahliye edilmiş. Çok az sayıda (çoğu yaşlı), sivile rastlıyoruz. Etrafta gördüklerimizin hemen hemen hepsi, asker kimseler.
İki tane Rus esiri gösteriyorlar. Şaşırıyoruz. Çünkü sokakta serbestçe dolaşıyorlardı. Kaçıp-kaçmayacaklarını soruyoruz “Kaçmazlar. Çünkü Ruslara dönerlerse vurulurlar. Onun için bizimle birlikte yiyip-içiyorlar, silahlarımızın temizliğini ve bakımını yapıyorlar.”
Esirlerin keyfi gıcır. Adeta Çeçenler ’in misafirleri…