Dil cambazları

Adam, telefonu her kapattığında sevdiğini söylüyor kadına; evden her çıkışında sevdiğini söylüyor; eve her gelişinde sevdiğini söylüyor. Kadın, kendini hiç hissettirmeyen bir bilgelikle her seferinde gülümsüyor. Çünkü başlangıçta bir kaynağı, bir ısısı, bir tadı, bir arzusu olan sözcüğün gittikçe o ham doğasından uzaklaştığını, bir dil oyununa dönüştüğünü hissedebiliyor. Muhatabını hem kolaylaştıran hem de nesneleştiren bu alelade hediye paketinin içinde, kalbine dokunacak bir tek harf bile bulamıyor. Bazı günler, mesela adam evde yokken uzun uzun düşünüyor ‘sevilmiş olmak’ hakkında; kendisine yapılmış onca iltifata rağmen göğsü daralıp duruyor, ne garip. Sonra tıpkı bir laborant gibi gözlemlemeye başlıyor adamı; giysilerine dokunuşuna, pencereyi açışına, koltukta yayılışına, başkalarıyla yaptığı telefon konuşmalarına, yemek yemesine odaklanıyor. Odaklandıkça aslında adamın dokunma duygusunun da, görme duygusunun da, konuşmasının da çok eskiden ezberlenmiş bir çarpım tablosuna benzediğini fark ediyor dehşetle. Kuşkusuz bir dili var, kuşkusuz onu kullanırken pek mahir ama gökyüzüne açılan bir tek penceresi kalmamış. Kapı çalınınca birden irkiliyor kadın; açıyor, içeri alıyor sözcüğünü. Adam biraz önce bozdurduğu bir parayı öder gibi gülümseyerek sevdiğini söylüyor kadına; kadın kapıya bakıyor…

* * *

Şair, sürekli kardeşlikten, ahlaktan ve dürüstlükten bahsediyor yazılarında. Bir yazısında kardeşliğin hukukundan bahsediyor mesela, bir yazısında dürüst olanlardan ve dürüst olmayanlardan, bir başka yazısında ise nasıl bir ahlak medeniyeti olduğumuzu hatırlatıyor okuyucularına. Hassas bir

okuyucu, şairin sergileyip durduğu bu ‘kardeşlik, ahlak ve dürüstlük’ panayırından işkillenmeye başlıyor bir süre sonra. Ve bir makale laborantı gibi, geriye dönüp bütün yazdıklarını topluyor şairin; kelimeler, kelimeler, kelimeler. Tıpkı ‘yapısalcı eleştirmen’ler gibi önündeki cümleler ormanının gerçekte ne anlama geldiğini çözmeye çalışıyor. Alabildiğine basit görünen ve muhatabına sürekli iyilik telkin eden harf yığınının niyetini nihayet üçe kadar indiriyor. İyilik şairinin metinlerinde, insanı rahatsız eden üç sonuç çıkarıyor okuyucu: Birincisi, şair kendisini neredeyse bütün yazılarında iyi bir kardeş, ahlaklı ve dürüst bir adam olarak görüyor; ikincisi, kendi çevresini ve sevenlerini de öyle görüyor; vardığı üçüncü sonuç, şair, kendisi ve çevresi dışındakileri birer ahlak yoksunu, kardeşlik kıymeti bilmeyen, dürüstlükten uzak kişiler sayıyor. İyilikle süslenmiş bu kötü dil oyunu bunaltıyor okuyucuyu; şairin sütununa bakınca, ruh hastalıkları kliniğinin önünden geçerken eski bir tanıdıkla karşılaşmış gibi muzipçe gülümsüyor…

* * *

Burada bir kurmacaya ihtiyacımız var okuyucu; Musil’in ‘Kakanien İmparatorluğu’ ya da Peyami Safa’nın ‘Simeranya’sı gibi bir yer bulmamız gerekiyor kendimize. Hadi bizim ülkemizin adı da Bitinya Cumhuriyeti olsun. Bitinya Cumhuriyetinin bazı yazarları, sürekli olarak Tanrıdan, mazlumlardan, adaletten ve elbette insan olmaktan bahsetmeyi pek seviyorlardı. Ve yine bu yazarlardan bazıları, acı çekenlerin iktidara geldiği yıllarda kalemlerinin ödülünü fazlasıyla almış görünmekteydiler. Salonlarda söylev önceliği onlarındı mesela, Cumhuriyetin yerel yöneticilerinin masalarında ağırlanmak gibi ayrıcalıklar elde etmişlerdi; Tanrı artık onlarla birlikteydi ve adalet, bir zamanların acı tacirleri kalemlere ummadıkları bazı haklar vermişti. Her yerde onlar vardı; iki ilkeyi fark etmişlerdi: Hep önde olabilmek için, sıkıca birbirimizin koluna girmemiz gerekecek ve bütün söylevlerimizde, kötülüğün iktidarına karşı mücadele ettiğimiz yinelenecek. Ancak hassas dinleyicilerden biri, Bitinya Cumhuriyetinin söylevci yazarlarının mantığında bir terslik olduğunu düşünüyordu. Öyle düşünüyordu, zira onların kurulduğu yer dışında kötülük yapabilecek imkânlı bir alan yoktu. Daha da tuhafı, Tanrı’dan, mazlumlardan ve adaletten bahsetme ‘görevi’ni de hâlâ sürdürmekte ısrarlıydılar. Masaları donatılmış bir davette, Bitinya’nın kadın yazarlarından biri şöyle diyordu: Ne kötü, kötülük her yere hâkim oldu! Tam o anda dışarıda bir anne, çocuğuna elmalı şeker alabilmek için cüzdanını karıştırmaktaydı…

* * *

Bitinya Cumhuriyeti’nde muhalif olduğunu iddia eden aydınlar da vardı. Bilinçlerinin doğal sonucu olarak sürekli adaletten ve Tanrı’dan bahseden haleflerinden, yani şimdinin paralı söylevcilerinden asla haz duymamaktaydılar. Hiç kuşku yok ki bir devrime inanıyorlardı; içki sofralarında bıyıklarından sızıp duran, küçük sokak gösterilerinde çocukları Bitinya muhafızlarına karşı kızıştıran cılız, yurtsuz ve ölü bir inançtı bu. Ortada onların fantezilerine ödenek ayıracak bir kraliyet maliyesi de kalmadığı için, fazlasıyla çaresizdiler de. Ne yapabilirlerdi? İçinde yaşadıkları toplum, dünyanın öteki toplumları gibi gelenek ve devlet tarafından teslim alınmış ‘cahil’lerden oluşmaktaydı. Kendilerine yakın gözüken, eski kraliyet zamanından kalma zenginler de şimdi çoğunlukla dertlerine düşmüşlerdi ve sırtlarını sıvazlamaktan ileri gitmiyorlardı. Piyadeler ve süvariler yeni efendinin emirlerine itaat ediyormuş gibi görünmekteydiler. Bitinya’nın muhalif aydınlarından biri, bir gün tuhaf bir aydınlanma yaşadı: Burada, bu ülkede herkes aslında bir ‘dil cambazı’ olmuştu. ‘Devrim’ ve ‘Tanrı’, her ikisi de, kraliyet hazinesinin ve söylev salonlarının kapısını açmak için belli dönemlerde değiştirilen parolalardan ibaretti…