Eğer söze, “Ey dalgın, bak bahar geldi!” diyerek başlayacağımı düşünüyorsan yanılıyorsun. Ne sürekli insanlara iyi olmayı telkin eden bir vaiz edasıyla konuştum seninle, ne her ağzımı açtığımda ahlaktan bahsettim, ne de kardeşliğin ve dostluğun kıymetini yineleyip durdum. Biliyorum ki başkalarına sıkça iyilikten bahsedenlerin, dostluğun ve kardeşliğin kıymetini hatırlatıp duranların netameli bir tarafları hep vardır. Bunu anlamak hiç de zor değil üstelik: Eğitimciler, çocuklara davranışlarımızla örnek olmak yerine onlara nasihatte bulunmanın pek de bir faydası olmadığını iyi bilirler. Başkalarının dedikodusunu yapmaktan zevk alan bir annenin, küçük kızına dedikodunun kötü olduğunu söylemesi hiç de inandırıcı değildir mesela; cümlelerinin arasına küfür serpiştiren bir babanın oğlundan düzgün evlat olmasını istemesi de öyle. Elbette görevleri gereği insanlara iyiliği emredip kötülükten alıkoyan birileri olacak. Ama siyasetçilerin, sporcuların, şairlerin, her türden magazin esnafının sürekli birilerini işaret ederek iyilik ve ahlaktan dem vurmaları, bir “iş planlaması”dır. İyi olan ve dostluk gösteren ayrıca bunları bir söylev malzemesi yapma ihtiyacı duymaz. Bu kavramlar kötücül ruhun sargısı olmaya da pek müsaittir…
Galiba meramımı anlattım. Dalgın olan da, Barbaros Caddesinden çıkarken bir halk otobüsünün camından çiçek açmış ağaçları gören de benim. Bir an onlara baktım ve içimdeki küçük zelzele belki teselli olur ümidiyle, “bahar gelmiş” dedim. Sonra da kendimi teselli etmeyi sürdürdüm: Üzülme, sadece sen değil, şu yokuşu çıkan herkes bahara hazırlıksız yakalandı. Belki de baharın bütün güzelliği, takvimdeki yerinin sağlamlığına rağmen, hep beklemediğimiz bir anda gelivermiş olmasıdır. Bir parkın içinden geçerken birden karşılaştığımız olur onunla, yorgun argın eve dönerken kaldırımda bir ağaç dalıyla sarsar bizi, bazen de oturduğumuz mekânlardan birinin bahçesinde sözlerimizin ortasına düşer. Ve her nerede karşımıza çıkarsa çıksın, bahar, faniliğin yarasını kaşıyarak kısa bir süreliğine de olsa bizi yurtsuzlaştırır. Çocuğunu gezdirmeye çıkmış bir kadının yüzünden anlaşılmaz bir bulut olarak geçen odur; işe gitmekte olan bir adamın çantasına ilişmiş ağırlık da odur. Bahar kapımızı ilkin coşkuyla çalmaz. Olağan bir konuşmanın içinden fırlamış akıl karıştırıcı bir cümle gibi, birden göğsümüze çarpar. Coşku, bir çiçeğin bir dalgınlığa çarpmasından sonra, şaşkınlığımızı uğurlayan bir kapıcıdır o kadar…
İnsan bütün mevsimleri bir parça ezberinde tutar. Geçen ya da ondan önceki kış, bozulmuş bir doğalgaz sobasının masrafı olarak hafızamızda bir yerdedir hâlâ. Çok önceki yazlardan birinde çıktığımız bir seyahati ayrıntılarıyla hatırlarız. Güzün uğurladığımız bir ölümüz olmuştur. Ama ne tuhaf; bahar yalnızca bir dalgınlık anımızda ansızın karşımıza çıkmakla kalmaz, onunla olduğumuz günleri de beraberinde götürür. Geriye her geldiğinde, pek çok tecrübemize rağmen, sanki ilk kez geliyormuş gibi hissederiz. Toplanıp gitmiş ve toplanıp gelmiştir işte. Ansızın yeşeren bozkırlar, dere kenarlarında dalları uç veren salkım söğütler, beyaz çiçekleriyle birden ortaya çıkan erik ağaçları ve yüksek yamaçlardaki kardelenler, tarihin tekrar ettiğine dair şu kör inancımızı sarsar. Tabiat, bir önceki gibi ama bir önceki olmayan sayısız çocuk doğurmuştur. Bizim yaşlı ve pek çok yerinden yara almış kaderimiz, kendini tazeleyen yeryüzünün ortasında, olmakta olanın seyrine dalar. Bu, baharın geldiğini fark ettiğimiz ilk dalgınlıktan çok farklı ve bambaşka bir dalgınlık halidir. Muazzam bir hızla gerilere, en gerilere, henüz kendimizin de bahar olduğumuz günlere gideriz. Yanımızda çok eski bir baharın sarhoşluğundan başka bir yol arkadaşı da yoktur…
Ey dalgın, bak bahar geldi! O, hiçbir şey öğretmeyen tek mevsimdir. Bu yüzden en iyi öğretmenimiz odur. Çiçeklerinin pek çoğunun adını bilmesek de, hangi kokunun hangi bitkiden sızdığını ayırt edemesek de, günlerin sınavından hepimizi başarıyla geçirir. Ve telkinsizdir! İyi olmayı öğütlemez, kötülükten uzak durmak için ihtar edip durmaz, dostlukların kıymetinden dem vurmaz. Sadece kendisi olarak, kendisine kapılmış olarak ve kendisini bütün şeffaflığıyla bize açmış olarak gelir ve gider. Telkinsizlik, bu büyük vaazın biricik sırrıdır. Varlığını bahara kaptırmış biri, dünyaya, dünyanın söz dizimine geri döndüğünde, orada kararmış taşlar, taşlaşmış yasalar, yasalaşmış törenler, törenleşmiş töreler görünce, bu kez baharla karşılaşma şaşkınlığına hiç benzemeyen bir şaşkınlık yaşar. İsterseniz buna eve dönme şaşkınlığı diyelim. Ama daha ileri de gidebiliriz; bir çiçek olmadığı için, yenilenme şansını yitirmiş dünyaya dönüşün şaşkınlığı da denilebilir pekâlâ. Bahar, örgütlü bir ahlaka ihtiyaç duymadan, yaratıcıyla konuşmaya çıktığımız büyük bir ayindir. Ona ne kadar kendimizi kaptırırsak, dünyanın kapanından o kadar kurtulmuş oluruz…