Kendimi bildim bileli yazıyorum sanki… Çizim de bir yazı işi değil mi? İlk kitabım bir çizgi romandı ve henüz okula gitmiyordum. Çizgi romanım da bir yazı –veya alfabe- arayışının eseriydi. Yazarak öğrendim, tanıştım, sordum ve ümit ettim. Bazen yazamayacağımı bile bile oturdum masa başına. Yazı çoğu zaman yazılamayan cümlelerle boğuşma sonucu ortaya çıkıyor. Yazmak hemen her zaman yazılması gerekenin keşfine doğru ilerleyen bir işçilik.
Yazmak sıklıkla kurulamamış cümlelerin arayışı benim için, şimdilerde her zamankinden daha ziyade öyle. Çok fazla ümitvar olduğum için belki de kendime bunun hesabını soruyorum, bir de o yüzden sökün ediyor yazamamak. Kimi kanmaya açık saflığa yoruyor kapıldığım ümitleri, kimi Pollyannacı iyimserliğe. Oysa bir zamanlar, okuma yazma bile bilmezken hangi sebeplerle okumayı yazmayı öğrenmek istediysem, yine aynı nedenle öğrenmeye çalışıyorum yeni çözüm alfabesini. Cümleler kuruyor, siliyorum. Gündüz yetmiyor, geceye güveniyorum. Bir beden daha ne kadar ağrıyabilir, bir kalp ne kadar daralabilir? Samimiyetle yazılmış binlerce cümle arasından hiç olmazsa birisi bir yaraya iyi gelmez, bir derde şifa olmaz mı? Kaale alınacağına güvendiğim bir mektup gibi kuşkulardan arınmış olarak yazmak istiyorum, eskiden mektuplara önem verilirdi.
Ne çok endişe sayısız mecrada bin güçlükle kaleme aktı ve tamamen ümit kesilmişken beklenilen cümleye ulaşıldı. Bininci kez “barış” denildi, “kardeşlik” denildi. Bir insan bile kurtulsa kârdır, diye düşünüldü tekrara düşme pahasına; bir çocuğun yarası adına kılı kırk yarmadan sorular soruldu. Sadece bir çocuk için geri çekilemez mi bütün iddialar, birikmiş suçlamalar, kabarmış dosyaların yargıları… Özellikle bir çocuk için farklı, bambaşka bir cümle kurmaya değmez mi? Buna değebileceğini tartışmak üzere kaleme aldığım binlerce cümle konjonktürel sebeplerle hükümsüz sayıldığı için de, başka bir cümle imdadıma yetişsin diye yazamama bekleyişine sığınıyorum.
Şimdilerde herkes el birliğiyle “coğrafya kaderdir” cümlesinin vaatlerine tutunuyor. Coğrafya ve tarih bütün tekrar edilmişlerle birlikte yönümüzü gösterebilirmiş gibi… Oysa bu bize ait bir sınav, dolayısıyla yepyeni ve gelecek gibi geçmişi de doğru görmeyi sağlayacak ipuçları barındırıyor.
Yakın bir geçmiş bile böylesine gölgeli görünüyorken barış adına, biz uzak zamanların savaşlarını nasıl doğru anlamış olabiliriz? O dönemlerin metinleri bize barışı ve savaşı ne ölçüde doğru ve adil bir dille aktarmış olabilirler?
Yazıdan umudumu kestiğim bir dönem daha önce de olmadı değil. Savaş görmüş bir ülkenin başşehrinde yaşıyordum, çadır kentler görüyordum, kaçkınlar. Profesörler görüyordum, beceriksiz ve mahcup hareketlerle domates ve dereotu yetiştirmeye çalışıyorlardı. Bir maaş, bir market alışverişi torbasını karşılamaya yetmiyordu. Kiril alfabesiyle yazılmış haberlerini sökmeye çalıştığım gazetelerin sayfalarında çare küresel şirketler olarak görünüyordu. İş istiyordu gençler, suyu kesintisiz akan evlerde oturmak istiyordu kadınlar. Kaçkınlar geziniyordu şehirde. Tepelerde, “Şehitler Hıyabanı”na paralel arsalarda gökdelen oteller inşa edilmeye başlanmıştı. Kelimeler aynı anlama gelmemeye başladığı için kolaylıkla suça yoruluyordu.
“Barış” diyen cinayeti ve intiharı çağırmaktan vazgeçemiyordu. Aşktan söz edenin derdi egosunu perdelemekti. Kardeşlik diyen de yalan mı söylüyordu? Bir sürü cinayet, saldırı, katliam, ambulans savaşı, farklı adlarla geçit resmi yapıyordu. Durdum, sustum, daha çok da dinledim, izledim, sordum ve hayrete düştüm, sonra yeniden yazmaya başladım. O unutmak istiyorsa da ben “biz” üzerinden hatırlamadan edemiyorum. Hatırlamayı unutmaya ayarlı bir dönemin ardından (Carel Bertram) kökenlerimiz üzerinden tanımlar olduk aidiyetimizi, ama Adem ve Havva’ya kadar da çıkmayı başaramadık.
İyi bildiğimiz yazma sebeplerimizden biri estetik coşku, o coşkunun kalbe yatacak şekilde tecessümü için elinden tutan ise hayata müdahale sorumluluğudur. Bir katliam yaşandığında, çocuklar ölürken neredeydin sen, elinden neler geldi, hangi cümleleri kurdun?
Tarlalar, zindanlar, kuyular dolusu ölü ve işkence, eritilmiş kemikler, ürkek bakışlı çocuklar fotoğraf ve rakamlarla, eli ayağı kesen hikayelerle geçiyordu gözlerimizin önünden. Çocukların ölümü karşısında cümlelerimiz yetersiz kaldığı için de sorguluyorum metinlerimde eksik kalanı. Barış için yol alırken bazı sorular paranteze alınabilir, Hudeybiye’den bunu öğrenmiştik. Bin kez “yanlış anlaşılan aslında neydi?” diye sormanın karşılığı ne zaman barış olarak geri dönecek?
Mülteci çocukların cesetleri vuruyor kıyılara çünkü ve haberleri gazetelerin eteklerine düşüyor. Gariban memleket çocukları eksiliyor tek tek. Gariplik hissiyatımız koyulaşıyor. Kara kalpli, örgütlü, tecrübeli bir el bizi başımıza gelecek en zorlu beladan daha iyisi gibi görünene razı etmeye çalışıyor şimdi. Bir mücadeleyi soylu ve sürekli haklı kılan, meşkuk güçlerin devreye girdiği olaylarda garibanların kurban edilmesine izin vermemek değil midir?
Bazen söylemek istediğimizi taşıyacak kelimeler bulamadığımızda yerine geçecek suskunluğu nasıl ifade etmek gerekir? Yeni gerçekçi akımın ilginç temsilcilerinden Klein, 1950’lerde düzenlediği sergide on beyaz tuvali sanat parçaları olarak sergilemişti. Kimine göre saçmalıktı yaptığı, kimine göre ise umutsuzluğunu sergiliyordu. Herkesi birlikte düşünmeye çağıran bir sessizlik alanına ihtiyacı yansıtıyor olamaz mı boş tuvaller?
Her okuyucu kendi cevabını bulur o tuvallerde, her ressam kendi ulaşamadığı sesini arar. Aliya, Dayton “Barış” Anlaşması’nı imzalarken neler hissetmişti? Artık çocuklar ölmesin, bunu düşünmüştü kuşkusuz. Dayton Anlaşması’ndan neredeyse yirmi sene sonra Aida Begiç “Çocuklar” filmiyle bu dileği geliştirdi: “Çocuklarımızın ruhlarını öldürmeye hakkımız yok.”
Çocukluğumda büyük bir inançla hazırladığım çizgi romanın desenleri geliyor gözlerimin önüne: Konuşma baloncuklarının içini karmakarışık desenlerle doldurmuştum. Sadece tek bir cümle kurma şansımız olsaydı en dar zamanda, tercih edeceğimiz cümle olurdu bu: Çocuklar ölmesin.
Döne döne aynı cümleyi yazıyoruz ömrümüz boyunca, bir o açıdan, bir bu sebeple… “Çocuklar ölmesin” dedim, diyorum, binlerce, on binlerce kez, farklı kelimelerle de olsa benzer endişelerle.