“Çocuk e harfine yaslanmış uyuyordu…”*

Bedirhan Mustafa’nın annesi, onu dağlarda nöbet tutan babasına şöyle bir gösterip gelmeye niyetlenmiş. Ama öyle eli boş değil. Bir gün öncesinden sarmalar, kekler, börekler hazırlamaya başlamış, kâh mutfağa kâh uyumakta olan on bir aylık bebeğinin yanına girip çıkmış, nihayet geç bir vakitte hazırlıkları tamamlamış. Daha genç kızlığından, genç kızlığının Şarkışla’sından bilirmiş ki yenge yengedir. Kocasının arkadaşları içinde bekârlar, eşleri uzakta olanlar, bir süredir aşağıya inmeyenler yengeleri geldi diye sevinmesinler miymiş? Akşam şöyle oturup biraz dinlenmiş, birkaç komşusuyla konuşmuş, acaba eksik bir şey kaldı mı diye tekrar tekrar düşünmüş. Sonra kalkmış Bedirhan Mustafa’nın altını temizlemiş, sütünü vermiş, beşiğine koyup uzun uzun sallamış.  On bir aylık oğlu uykuyla anne arasında gidip gelmiş bir süre, gözlerini yumup açmış, ellerini uzatıp çekmiş, sonra henüz tanımadığı bir dünyanın uzak bir köşesinde yummuş gözlerini. Çocuk e harfine yaslanmış uyuyormuş…

Bedirhan Mustafa’nın annesi, onu dağlarda nöbet tutan babasına götüreceği gün, bir gün öncesinden hazırladığı yiyecekleri özenle götürüp yerleştirmiş arabasına. Sonra Bedirhan’ı giydirmiş. Bu da kızlığının Şarkışla’sında öğrendiği bir şeymiş; anneler oğullarını babalarına götürürken onlara en güzel giysilerini giydirirlermiş. Bu yolla nöbet tutan kocasına diyesiymiş ki, için rahat olsun, Bedirhan’ının sırtı da pek karnı da tok; gözün arkada kalmasın. Telefon da açmış Nurcan Karakaya kocası Serkan’a; biz yola çıkacağız hakkını helal et demiş. Genç anne, bebek oğul hevesle yola çıkmışlar, Bedirhan yan koltukta, annesi şoför mahallinde; yamaçlardan kıvrıla kıvrıla yukarıya, nöbet tutulan yere doğru. Yaz günü bu dağlar bir başka güzel olurmuş; keşke Bedirhan konuşmaya dursaymış da ona, kuzulardan, kuzukulaklarından, yemliklerden, çırçır mantarlarından bahsedebilseymiş. Hem oğlunu hem de biraz sonra oğluna kavuşacak olan kocasını düşünerek, sabahtan beri içinde dolaşan kurdu öldürmeye çalışmış. Tam o arada dönüp yan koltuktaki Bedirhan Mustafa’ya bakmış. Çocuk e harfine yaslanmış uyuyormuş…

Bedirhan Mustafa’nın annesi nöbet tutulan tepeye vardığında, kocası zaten bir süredir yukarıdan onların kıvrılarak gelişini seyretmekteymiş. İnsan sevdiklerini beklerken mesafeler nasıl da uzuyormuş. Hele bir de böyle tehlikeli yerlerde bekliyorsa, aşağıdan gelen araba her bir kıvrımda kayboldukça bekleyenin benzi soluyormuş. Şükür ki korktuğu olmamış; ana oğlu neşeyle vermiş babasının kucağına; yanında getirdiği yiyecekleri de arkadaşlarına uzatmış. Ne zahmet ettin yenge, demiş birileri, biraz gülerek biraz memnun. On beş dakikalığına da olsa, şu dağ karakoluna bir ev tadı bırakmış Nurcan Karakaya; bir de bekâr olanların aklına acaba biz de evlensek mi sorusu. Onun, bir oğlu babaya göstermek için çıktığı bu tehlikeli yolculuğun hepsi de farkındaymış aslında; içten içe bu görklü Türk geliniyle gururlanmışlar hatta. Sonra o bir anlık buluşmanın dakikaları bitivermiş. Babası, Bedirhan Mustafa’yı son bir kez kucaklamış, bebeğin o an ağlaması tutmuş. O da annesi de bunu babasından ayrılmak istemeyişine yormuşlar. Sarılmış, birbirlerine el sallayıp ayrılmışlar. Çocuk hiçbir harfe yaslanmamış dönerken, gözleri açık, henüz ne olduğunu bilmediği dünyaya bakıyormuş…

Bedirhan Mustafa’nın babası, oğlu ve karısı evlerine dönerken, kuleden bu kez gidişlerini seyretmiş. Burnunda hala bir bebek kokusu varmış; bu, çocukların teni dünyaya alışırken onlara refakat eden cennet kokusuymuş aslında. Anneler ve babalar ne kadar içlerine çekseler doyamazlarmış. Bir kıvrımda kaybolup bir kıvrımda açığa çıkmış araba, bir kuşkunun bir umudun virajından geçmiş. İyice uzaklaşıp gözden kayboldukları anda bir patlama sesi duymuş Serkan asker; bu sesin ne manaya geldiğini biliyormuş; yüreğine bir volkanın lavı inmiş. Kapıp silahını aşağılara doğru koşmaya başlamış, aşağılara, aşağılara, aşağılara. Sonra arkadaşları da yetişmiş ona; varıp bakmışlar ki bir kadın bir çocuk, o koca dağın yamacında barbarların tuzağına düşmüşler. Ne annesi, ne de Bedirhan Mustafa başlarına neyin geldiğini anlayamamışlar bile. Annesi, yerini yapsın diye biraz önce göçmüş dünyadan; oğlu peşinden gitmiş. Ama öyle güle oynaya değil, 11 aylık bedeni kanlar, yanıklar içinde. O halde bile çocuk, annesinden kalan e harfine yaslanmış uyuyormuş. Bir daha da uyanmamış zaten…

*İsmet Özel’in bir dizesi