Milletimizin çiçeklere karşı gösterdiği hürmet ve düşkünlük dillere destandır. Tarih boyunca halılarımızda, altın ve gümüş işlemelerimizde, kumaşlarımızda, çinilerimizde ve sayamadığımız daha nice sanat eserlerimizde çiçek motiflerini görmek mümkün. Zengin ya da fakir olsun her evin bir köşesinde itinayla yetiştirilen çiçeklerle birlikte nefes almak, yaşam alanlarını onlarla paylaşmak milletimizin halen vazgeçemeyeceği alışkanlıklardan. Bilhassa lalelerin içtimai hayatımızdaki yeri uğrunda sıkı akademik araştırmalar yapılacak kadar önemli bir mesele.
Zarafetin simgesi laleler
Lale Devrinde yetiştirilen çiçeklere, renklerine göre Mevc-i elmas (elmas dalgası), Dame-i dür (inci eteği), Necm-i çemen (çimen yıldızı) gibi isimler verecek kadar ince bir ruha sahip olan bu millet, bulduğu 1350 çeşit lale ile tüm dünyayı kendine hayran bırakmıştı. Geçmişte lale yetiştirmek, hali vakti yerinde İstanbullular için adeta bir tutkuydu diyebiliriz. Yeni bir lale çeşidi bulup sonra ona zarif bir isim bulmak, heyecan verici bir uğraştı. Mahbub-u zaman (zamanın sevgilisi) adında mor fitilli gül pembe renginde bir lale soğanının bin altına satıldığı, sadece devlet erkânının değil meşhur din âlimlerinin de (Aziz Mahmud Hüdai) merak sardığı lale yetiştiriciliği, bizden Avrupa coğrafyasına yayılmıştı. Avrupalılar düz beyaz bir lale çeşidi olan Dülbend lale ismini “Tülib” şeklinde okuyarak ticaretine bile başlamışlardı.
Bilhassa İstanbul’daki çiçekçiler tohumculuğa çok önem veriyor, yeni bulunan zerrin, sümbül ya da lale çiçeğinin soğanlarını kaybetmemek ve üretimini yapmak için çok gayret sarf ediyordu. Hatta bazı çiçekçilerin sadece birkaç çeşit çiçek üzerinde çalıştığı adeta bunlar üzerinde ihtisas yaptığı biliniyor.
İstanbul’un çiçek bahçeleri
Boğaziçi ve Üsküdar’da bulunan çiçek bahçeleri, dillere destan bir güzelliğe sahip olup, falanın gül bahçesi, filanın karanfil bahçesi şeklinde sahibinin adıyla anılmaktaydı. Çiçekleri yetiştiren ve bahçeleri düzenleyenlere de dolgun maaşlar veriliyordu. Bahçe sahipleri, bahçelerinin herhangi bir zarara uğramayacağını bildiklerinden İstanbul halkının buraları gezmesine her zaman müsaade etmişlerdi. Basın dünyasının önemli isimlerinden merhum Münir Süleyman Çapanoğlu, İstanbul’da yaşanan bu üst düzey çiçek kültürü ile ilgili şunları söylüyor:
“Müslüman Türk toplumu içerisinde çiçeğin fevkalade bir itibarı vardı. Bahçesiz evlerde bile balkonlar ya da pencere içleri türlü türlü çiçekler ile bezenmiş olurdu. Sübyan mekteplerinde çocuklar her sabah hocalarına bir küçük demet çiçek götürürdü. Hasta dostlara zarif bir çiçek şişesi içerisinde zerrin ya da karanfil götürülür, hal hatır sorulurdu. Çiçekçi dükkânları ancak mevsimlik çalışırdı. Üstelik bugünkü gibi çok fazla değildi. Çiçekçi dükkânlarının sahipleri, yanlarında çalıştıracakları tezgâhtarları seçerken yüz ve fizik güzelliklerine de dikkat ederdi. Ne de olsa ticareti yapılan meta çiçekti.”
Tanzimat devrinde İstanbul beyefendilerinin, serpuşlarında ya da feslerinin kenarlarında sevdikleri çiçekler eksik olmazdı. Sultan II. Abdülhamit devrinde yse kalburüstü ailelerinin erkek fertleri yıl boyunca yakalarına çiçek takmadan gezmezlerdi. Bizdeki bu çiçek merakı minyatür ve tezhiple uğraşan sanatçılar misali çiçek ressamlarının doğuşuna sebep olmuş, bu yolda pek çok Şükufe Mecmuası tertip edilmişti. Bu sanatçılar içerisinde en meşhuru Ali Üsküdari’dir. Ardından Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver ve Gülbin Mesara yaptıkları çalışmalarla bu güzel geleneği devam ettirmişlerdi.
Çiçekçiden katil ve hırsız çıkmaz
Üsküdar’da III. Selim çeşmesinin tam karşısında, bahçe içerisinde tek katlı çok eski bir kahvehane, çiçekleriyle meşhurdu. Kahvehanenin hemen yanında bulunan namazgâh kısmının geçmişte çiçek tarlası olduğunu düşünülüyor. Burada saray bahçesi için çiçek yetiştiriliyormuş. Bu kahvehanenin işletmecisi olan Aziz Efendi, uzun yıllar burada çiçek yetiştirdiği için “Çiçekçi Aziz” olarak bilinirmiş, kahvehanesinin adı da “Çiçekçi Kahvehanesi”. Üsküdar’ın bu semtine bundan dolayı çiçekçi deniyor. Üsküdarlı halk şairlerinden Vasıf Hoca, çiçekçi kahvesi ile ilgili; “Bu kahvenin müşterileri, ilim, sanat ve marifet sahibi insanlardı. Nice beyler, paşalar, kalem efendileri bu kahvehaneye gelir, dedikodu yapmadan sohbet ve muhabbetle vakit geçirirlerdi. Hatta Üsküdar’ın azılı kabadayıları bile burada edepleriyle oturur, ortamın vakarlı havasını asla bozmazlardı” diyor.
Çiçekçi kahvehanesinin yanında Sultan II. Abdülhamid’in terzisi Esvapçıbaşı Ahmet Bey’in konağı vardı. Ahmet Bey, çiçeklere çok meraklı biri olduğundan konağın arka bahçesinde zevk için yıllarca çiçek yetiştirmiş, kendisini ziyarete gelenleri de gözü gibi baktığı çiçeklerinden vererek uğurlarmış. Bu konak yıkılınca geriye kalan arsa uzun yıllar fidanlık olarak kullanıldı sonra da ne yazık ki müttehitlere devredildi.
Çiçekçiden katil ve hırsız çıkmaz diyen ecdadımızın, estetik anlamda biçim ve içeriği birbirinden ayrı tutmayan yüksek bir sanat anlayışına sahip olduğunu biliyoruz. Maalesef bugün aynı şeyleri söylemek mümkün değil.