Yanlış hatırlamıyorsam Suriye iç savaşı ikinci yılını bitirmiş, üçüncü yılına girmişti. O dönemde yayın yönetmeni olduğum Gerçek Hayat Dergisi’nde meşhur cumartesi toplantılarından birini daha yapmaktaydık. Meşhurdu çünkü toplantımız genellikle birkaç saat sürer, her bir dosyayı uzun uzun tartışır, bazen de konunun dışına çıkar hiç olmadık yerlerde dolaşırdık. Yine de sadede gelmeyi bildiğimiz bir sınırımız vardı. Öyle zannediyorum ki Cumartesi toplantılarımız dergide çalışan genç arkadaşlarımız için adeta bir kültür, siyaset ve toplum bilim atölyesi haline gelmişti. Toplantılarımızdan birinde sıra sevgili Merve Akbaş’a geldiğinde, “Cevdet Said” ile söyleşi yapabilirim,” dedi. “Nasıl yani, Suriye’ye mi gideceksin?” İlk tepkim böyleydi. Merve “buna gerek yok, çünkü Said Türkiye’deki bazı derneklerin girişimiyle Suriye’den çıkarılmış. Şu anda İstanbul’da, kendisine ulaşabilirim” deyince, hepimiz heyecanlanmıştık. Gerçekten de Merve, Cevdet Said’e ulaştı ve Suriye hakkında ufuk açıcı bir söyleşi gerçekleştirdi. O zamanlar zafer duygusu herkesin gözünü kör ettiği için, bu röportaj kimsenin ilgi alanına girmedi!..
Doğrusu o cumartesi toplantısında Cevdet Said bahsi geçince ben gençlerden birkaç kat daha heyecana kapılmıştım. Çünkü Said, üniversite yıllarımızda adını saygıyla andığımız bir isimdi. Onun “Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları” adıyla çevrilen kitabını neredeyse okumayanımız yoktu. Kitabı birilerine tavsiye eder, sıkça da bir konuşma sırasında alıntılar yapardık. Said sadece kitabından ötürü değil hakkındaki rivayetlerden dolayı da ayrıca gündemimizi işgal eden bir alimdi. Gelen haberlere göre Şam’a uzak bir dağa çekilmiş, kulübe denebilecek bir yerde hanımı ve bir keçisiyle birlikte yaşamaya başlamış, şu kötülüklerin anası medeniyetle bütün bağlarını koparmıştı. Dağda, kulübesinde tefekküre çekilmiş bir doğulu düşünür imgesi hepimizi mest ediyordu. Savaştan birkaç yıl önce Şam’a gittiğimde ilk sorduğum sorulardan biri de, “Cevdet Said hala dağdaki kulübesinde mi yaşıyor?” oldu. Şam’ı bilen Türk rehberimizin cevabı biraz hayal kırıklığı yaratmadı değil: “Şu karşıdaki Kasriyyun Dağında kalıyor, Cuma günleri aşağıya Cuma namazına indiği söyleniyor.” Hülasa Gerçek Hayat toplantısında Said’den bahsedilmiş olması, bu isimle iyi kötü bir hikâyesi olan benim için ayrı bir anlam taşımaktaydı. Söyleşinin dökümünü de heyecanla beklediğimi hatırlıyorum…
Bu günden geriye dönüp baktığımda, aslında Cevdet Said’in kah imayla kah açık bir dille bazı gerçekleri hatırlattığını rahatlıkla görebiliyorum. Suriye’yi, bu ülkenin sosyal dokusunu, siyasi yapısını, gücün kimlere nasıl dağıtıldığını doğal olarak çok iyi biliyordu. Ayrıca o nihayetinde bireysel ve toplumsal değişim üzerine kafa yormuş, bu konuda bir de eser neşretmişti. Üzerinde konuştuğu meseleye büyük oranda vakıftı. Tarihçilerin deyişiyle söyleşi aslında “birinci elden kaynak” niteliği taşımaktaydı. Ve yine bu günden dönüp geriye baktığımda, biz Türkiye’de yaşayanların komşumuz Suriye hakkındaki bilgilerinin çoğu kulaktan dolmaydı, kanaatlerimiz ise itibar edilebilir türden değildi. İçinde ordumuzun olmadığı ama bizim zaferle çıkacağımız bir savaştan bahsediliyordu mesela. Şimdilerde, Suriye iç savaşı başladığında hariciyemizin bu ülke hakkında ne tür bilgilere sahip olduğunu çok merak ediyorum. Mesela Rusya’nın Doğu Akdeniz’deki tek üssünün Suriye’de bulunduğunu ve meseleden öyle yağdan kıl çeker gibi kurtulunamayacağını hesap etmişler miydi? Dahası, Suriye’de bir Rus üssünün olduğu akıllarına gelmiş miydi?
Cevdet Said, yayınladığımızda hiçbir tepki çekmeyen o söyleşisinde bazı soruları cevaplamak yerine, soruya soruyla karşılık vermeyi seçmişti ama bunlar kolayca anlaşılabileceği gibi aslında açık birer cevaptı. Hatırlayabildiğim kadarıyla mealen şunları sormaktaydı:
Siz Suriye’yi ne kadar tanıyorsunuz?
Herhangi bir ülkedeki despot bir idareyi devirmek için sayısız masum insanın canına mal olacak şiddetli bir yolu mu tercih etmeliyiz yoksa bu değişimi zamana yayarak daha az zararla gerçekleştirmeye mi çalışmalıyız?
Elinizde, tarihi boyunca hiçbir demokratik tecrübesi olmayan bir toplumu birden bire demokratikleştirecek sihirli bir formülünüz var mı?
Tarihi hızlandırabilir misiniz?
Açıkçası benim ve genç arkadaşlarımın Suriye konusunda bir parça da olsa ayılmamıza sebep olan bir söyleşiydi bu. O günlerin “fütuhat atmosferi”nde böyle bir konuşmaya aracılık etmenin riskini göze alıp yayınlamıştık. Bu gün Suriye iç savaşının üzerinden kaç yıl geçtiğini hesaplayamıyorum artık. Dönüp o süreci tahlil etmek bile fazlasıyla can sıkıcı geliyor; hafızamda, ölen çocuklar, çaresiz kadınlar, göçler, yurtsuz kalmış insan yüzleri. Bir de sürekli kibirlenip durduğumuz şu iyi ev sahipliğimiz. Şimdi bütün olup bitenlerden sonra şu soruyu sorma hakkına sahibiz: Türk dışişleri, komşusu Suriye’de bir Rus üssünün olduğunu aklına getirmiş miydi o günlerde? Meselenin Kürtlerle ve Amerika’yla ilgili cephesine hiç girmeyeyim. Ve unutmayalım, tarih onu okumayı bilmeyenleri de cezalandırır!